Ana Sayfa
Özgeçmiş

«Gençliğe Hitabe» ve «Denizcileşmek»

Allah selâmet versin.

Giriş

İnsanoğlu emek vermediğinin kıymetini bilmez. Bu nedenle birçok kişi Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerinin bu milletin hayatına katkısını göremez. Bu da sözün burasında ‘ne devrimidir bu’ diye soranlar çıkabileceğini imler. Bu soruyu önlemek, sorabilecek sayısını en aza indirmek için Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerinin farklı bir yaklaşımla incelenmesi gerektiği kanaatindeyim.

Aşağıdaki yazı ‘yüzüncü yıl’ kutlamalarının coşkuyla fakat; “karşı devrim” denebilecek görüşler ile kendilerini “devrim tarafında” sayanlar arasındaki çekişmenin zirve yaptığı, “intikam zamanı” geldiğine inanan karşı devrimcilerin açıkça ortaya çıktığı günlerde ‘herkesi sağduyulu olmaya çağırmak’ için kaleme alındı. Ama bu çağrı elbette “karşı devrimciler” için değil, onlar zaten iflâh olmayacak düzeyde kin ve nefret dolu olduklarından onları sağduyulu olmaya davet’ yanlış ve nafile bir eylem olur. Doğru eylem, belki “ıslah etme” olabilir. Benim çağrım diğer ikisi, (1) kendilerini “devrimci zannedenler” ve (2) “devrimin bazı uygulamalarını daha farklı ve kolaylıkla kabûl edilebilir bir biçime sokmak isteyen iyi niyetliler” içindir.

Yazıya geçmeden önce bu iki gruba, ‘devrimi o günün koşullarında incelemeleri gerektiği’ ön uyarısını yapmak isterim.

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kasdedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti'ni kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Ağır Koşullar

Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na girişi ile Cumhuriyet’in ilanı arasında, aşağı yukarı on yıllık süre vardır. Koca bir imparatorluğun eridiği, yok edilmek istenen bir milletin bir toprak parçasını yeniden vatan edindiği, yeniden doğum sürecini yaşadığı on yıldır bu.

Sonucuna bakarak bunun bir ‘mucize’ olduğu kolayca söylenebilir. Çünkü bugün hayâli bile insanı ürküten düşmanı Atatürk “… bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili …” olarak tanımlar. Bu, büyük savaş sonrası Anadolu’yu işgal edenlerin gücünün tam tanımıdır. Buna bakarak ‘istiklâl savaşı’ ve sonrası için «insanın aklının alamadığı bir işin başarıldığı» anlamına gelen ‘mucize’ sözcüğünü kullanmak zor değildir.

Mustafa Kemâl Atatürk ‘gençliğe hitabı’ olarak anılan bu kesin buyruğu kaleme alırken koşulların en ağır olanından bir öncekini, yönetimin «gaflet» içinde olabileceğini söyler:

«Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.»

Gaflet kötü tuzağın davetçisidir.

Atatürk aynı cümlenin devamında çıtayı yükseltir, yönetimin «dalâlet ve hatta hıyanet içinde» bulunma ihtimâlini bile sayar. Cümlesindeki bu ağır itham ekiyle gençliğin dikkatini yönetim üzerinde yoğunlaştırmak ister. Yoksa Ulu Önder’in kendisi de bu milletin bile isteye «dalâlet» ya da «hıyanet» içinde olabilecek yönetimi tarihinde hiç görmediğini, bundan sonra da görmeyeceğini bilmektedir. Çünkü bu millet, ‘dalâlet ve hatta hıyanet içinde’ bir yönetimi ‘yönetim’ saymaz. Bilir ki böyle bir yönetim kılığına giren düşmanın kendisidir. Diğer deyişle, böyle bir durum milletin bir tür tutsaklığını imler. Tutsaklık bu milletin doğasına aykırıdır; ola ki yönetimi işgâl edilmiş olsun, şiddetli bir uyumsuzluk yaşanır, bünye ya uyumsuz organı kaldırır atar ya da ölür. İstiklâl harbimize ve Mustafa Kemâl’in «ya istiklâl ya ölüm» talimatına bir de bu açıdan bakılması uygun olur.

Burada bir parantez açarak “bile isteye «delâlet» ya da «hıyanet» içinde olmak” sözcüklerini olabildiğince irdelemek isterdim. Örneğin, demokrasinin daha ileri taşınması ve nihayet “çoğulcu demokrasi” ile taçlanması için gereğini yapmayan, insaflı bir bakış açısıyla “aksatan”, istemeden de olsa millet ağacının kökünü zayıflatıp dallarını taşıyamaz duruma düşüren bir yönetim, böylesine ağır bir biçimde itham edilebilir mi?

Öte yandan, çoğu insan özgürlük savaşının doğrudan gözle görülür, ilk hamlede bertaraf edilebilir bir düşmana karşı verildiğini zanneder. Fiziki düşman için bu söylenebilir ama başlangıcından itibaren ele alındığında, savaşın üç cephede birden yürütüldüğü görülür. (1) İlki ve öncelikli olanı o gün yönetimde olanlar arasına sızmış, o yönetime nerede ise ‘hain’ etiketinin yapışmasına neden olanlara karşı verilen savaştır. (2) İkincisi, ayan beyan vatana saldıran fizikî, görülebilen ve etkisizleştirilebilen düşmana karşı verilmiştir. (3) Üçüncüsü ise ilk ikisinin ruhuna rahmet okutacak en zorlu düşmanla, cehaletle savaştır.

Bu bağlamda, Ulu Önder’in yaşarken verdiği buyrukların ve talimatın sürekli ileri yönde değiştiğine, sürekli iyileştirildiğine, kendini yenilediğine de dikkat çekmek isterim. Millî mücadelenin başından vefatına kadar verdiği her talimatı Ulu Önder’in kendi uygulamaları ışığında incelersek, her birinin toplumu gün be gün daha ileri taşıyacak biçimde talimat olduğunu görmek zor değildir. Atatürk’ün her talimatına bu gözle bakılmalıdır. Bu cümleden yola çıkarak, ‘rahmetli Önder yaşasaydı, «ya istiklâl ya ölüm» talimatını mutlaka «ya istiklâl ya istiklâl» olarak değiştirirdi’ diyebiliriz.

En kötü koşullardan daha kötü koşul olarak “... iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde ...” olmayı söylerken, bundan da ağır olanı “… iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler” diyerek, doğrudan ihaneti söz konusu ederek ağır koşulu aşılamayacak düzeye çıkarır. Peki, görevi ifa düzeyi burası mıdır? Bu sorunun yanıtı güçlü bir ‘hayır’ olmalıdır!

Ülke bu duruma gelene kadar gençliğin yapacaklarını Mustafa Kemâl’in yaşam felsefesinde, yani insanlığa sürekli hizmet etme emelinde ararsak açıkça anlarız ki, cahillik denen en sinsi düşmanı yenmek için “en hakiki yol gösterici” kılavuzluğunda ilerlemeyi, aydınlanmış bir toplum inşa etmeyi buyurur aslında Atatürk. Bu “sürekli” bir buyruktur ve her durumda ve her koşulda yerine getirilmelidir.

İlk okunduğunda buram buram kavga kokak Atatürk’ün gençliğe hitabesi, aslında asıl savaşılacak düşmanın cahillik olduğunu, ihmâl edilir veya kaybedilirse varılacak sonucu imler. Bu pencereden baktığımda ‘savaşı kaybettik’ zannı doluyor zihnime. Yanılmayı çok isterim.

Şimdi Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girişi yıllarını ve ardından ‘eşi benzeri görülmemiş bir galibiyetin temsilcilerinin yurdumuzun her köşesini işgal ettiği’ gerçeğini, yani büyük savaşın sonuçlarını yeniden gözden geçirelim. Aklımıza ‘bu millete böyle bir felâket yaşatmayı hangi vatan evlâdı ister’ yahut ‘bir millet böyle bir felâkete nasıl sürüklenir’ soruları düşmez mi? Düşer elbette. Ancak bugünden geçmişe bakarak bu soruları sormak biraz insafsızlık olur kanısındayım. Hangi tuzağı kuran önceden uyarı yapar ki ‘tek dişi kalmış canavar’ sizi uyarsın?

Yazının burasından sonra, insafsızlık yapmadan fakat toleransı da sınırlı bir düzeyde tutarak ilerlemek daha uygun olur. O günlerde ülkeyi yönetenlere çok insafsızlık etmeden ama toleransı da çok artırmadan bir analiz gerekir ki geleceğe ışık tutabilelim. Bu çerçeveden bakıldığında, Osmanlı’nın son iktidar sahiplerinin kesinlikle gaflet içinde olduklarını söyleyebiliriz. Bugün o günler söz konusu olduğunda tartışmanın ‘ihanet’ sözcüğü ile açılmasının asıl nedeni o günün iktidar sahiplerinin ağır bir gaflet uykusunda olmalarıdır.

Atatürk “Gençliğe Hitabe”nin ikinci bölümünde, son iki cümleye kadar tutsaklığın imlerini sayar. “Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere” ile başlayan ikinci cümle ile düşülen durumlara neden olanlar sayar. “Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir” cümlesi ile en kötü durumu vurgular, gençliğe görevini hatırlatır.

Tamam, gençliğe imkânsızlıklar vurgulanarak görevini hatırlatır ama ‘bir millet bu durumlara nasıl ve neden düşer’ sorusunu özel olarak yanıtlamaz. Çünkü Nutuk’un bütünü yanıttır.

Büyük Önder gençliğe hitabesinin ikinci bölümünde ülkenin içinde olabileceği durumları sayarken milletinin geçmişte bertaraf ettiği dertleri özetler. Mucize için gerekeni de imler.

İyi de neden bu millet sürekli mucize yaratmak zorundadır? Yoksa denizcilerin tehlike tutkusuna benzer bir tutkunun esiri olup da bunu bir yaşam tarzına mı dönüştürmüştür bu millet?

Sorun

Aşağıya doğru süregiden yazının yukarısı ile bağını okuyucu kuracaktır.

Sorun, «doğal, temiz, günahsız; yaşamın olağan koşullarında istem dışı ortaya çıkan bir dert» olabileceği gibi «bilerek, isteyerek; özel olarak» da yaratılabilir. Neden olduğu bunalımla kişi veya toplumun yaşamını derinden etkiler.

Sorunu Çözmek – Görmek

Sorun, gören göz için çözümü de barındırır. Diğer deyişle çözüm için «sorunu görmek» yeterlidir. Fakat her bakan sorunu görmez. Sorunu görmek için belli bir düzeyde bilgi ve deneyim gerekir. Her iki sorun için de ‘kişinin veya toplumun bilgi ve deneyim birikimi ile sorunu görmesi’ arasında doğru orantı vardır.

Doğal Sorun

Yaşamın her anında karşımıza çıkabilir. Doğal afetler birer «doğal sorun» örneğidir.

Doğal afetler insanlığın ortak belleğine deneyim ve bilgi olarak girer. Çözüm yolları da buradan üretilir. Bunun için doğal afetlerin önlemi önceden alınabilir.

Bilerek ve İsteyerek Yaratılan Sorun

Bile, isteye; özel olarak tasarlayarak yaratılan sorun, irisiyle ufağıyla ‘tuzak’ olarak anılır. Bir ayrıma dikkat edilmesi iyi olur:

«‘Tuzak’ sözcüğünün zihindeki izi genelde olumsuzdur. Oysa tuzağı kuranın amacı iyi ise tuzak da ‘iyi tuzak’ olur.»

Öte yandan, kişi ya da toplum ayrımı yapmaksızın, ‘kötü tuzak kurma arzusu’ insanın başına gelebilecek en kötü dert, en büyük sorundur. Çünkü kötü tuzak en sonunda tuzak kurucunun ayağına dolaşır. Bu sava dayanarak; kötü tuzak kuranlar sonunda kendilerinin de mahvolacakları ortaya konarak şiddetle uyarılmalıdır.

Kötü tuzak kurma arzusunun arkasında birçok neden olabilir.

Özel olarak ‘kıskançlık’ güdüsü kişiyi esir alıp yanındakine, komşusuna, kardeşine bile zarar verme arzusu uyandırır. Kötü tuzak zarar vermenin tek yoludur. Kıskançlığın gözünü kör ettiği kişi farkına varmadan en çok kendisine zarar verir.

Böyle ‘insanî’ kötülükleri önlemenin tek yolu uygarlıktır. Her ilkel güdü uygarlıkla denetim altına alınabilir. Uygar insan kıskançlık güdüsünü özenmeye, gıptaya evirir.

Özenilene ulaşma isteği zaten gelişmenin temelidir.

Özenmenin en kötü tezahürü özentidir ki kişinin kendisinin sorunu olarak sınırlı etkisi vardır. Ancak ‘kıskançlık’, kişiyi, etkisi altındaki çevresiyle birlikte felâkete sürükler.

Tuzak fark edilirse bozulur, tek koşul fark edilmesidir.

Gerçeği görmek ve gereğini yapmak elbette bu kadar basit değildir. Fakat aşağıdakilere de dikkat çekmeden bu bölümü bağlamaya gönlümüz razı olmaz.

(1)

Toplum iyi tuzağı onaylar. Bundandır ki her tuzak kuran amacının ‘iyi’ olduğunu öne sürer; tuzağını toplumun olumladığı gerekçelere dayandırmaya gayret eder. Şüphesiz ve istisnasız her ‘kötü’ kötü olduğunu kabullenmez, üstüne, hiçbir kötülüğü kendine mâl etmez.

İnsanlık için kısır döngü gibi görünen bu olgu yalnız «sağduyu» ile kırılabilir. «Sağduyu», Yaratan’ın bilgili insanlara hediyesi, sonradan kazanılabilen bir yetenektir, ilimle kazanılır.

«Düşünen, akıl eden» fertlerden oluşan toplumlara kötü tuzak kurmanın zorluğunu bilen ‘kötü’, yani düşman, toplumunun fertlerini bilgiden, ilmin ışığından hep uzak tutmak ister. Bu da başka bir ‘kötü’ tuzaktır. Fakat kötüyü de açığa çıkaran, orta yere koyan bir uygulamadır:

«Her kim toplum fertlerinin önünü başka engellerle kapatarak bilimin ışığını perdelemeye çalışırsa ‘kötü’ odur.»

Kutsal yasamız ve onu rehber edinenlerin yaşadıklarını anlatan kutsal öyküler bunun açık kanıtıdır. Öte yandan, tarihçilerin aktardıklarından «ilmi mürşit» edinen toplumların cenneti yaşarken gördükleri aşikârdır.

(2)

Kötünün tuzak kurmak için bahaneye ihtiyacı yoktur.

Uluslararası tuzak kuranların önceliği tuzağı kendi toplumlarına anlatırken bahaneler uydurmaktır. Bunun için toplumu etkileyecek her etkene başvururlar. Örneğin tuzak kuracağı topluluğun kutsal bir metni ihlâl ettiğini söyleyebilirler. Yakın tarihin en gözde bahanesi İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ihlâlidir. Üstüne bu, uluslararası kabûl gören güçlü bir bahanedir de.

«’İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ ile ilgili eksik ve yetersiz toplum ‘kötü’ için kolay bir lokmadır.»

Kötünün en bilindik bir diğer bahanesi, dinî metinlerin ihlâlidir. Tuzak kuracağı toplum kendi toplumu ile aynı dinî inanca sahipse bu yola başvurur. Önce o dine ait kutsal metinleri eğip büker, yeniden yazar ve yazdığına göre yorumlar. Sonra hedefindeki toplumun bu metinden saptığını söyler.

«‘Gerçek kutsal metin’, dolayısıyla gerçek inanç ile ilgili eksiği ve yetersizliği olan her toplum ‘kötü’ için kolay lokmadır.»

Kötü, hiçbir şey bulamazsa iğrenç yollara başvurabilir. Meselâ namusuna dokunulduğunu söyler, tuzağını bunun üzerine kurar.

Kötü insanın kurabildiği hayâl kadar ‘tuzak’ vardır. Ancak, iyi haber, bir o kadar da ‘tuzak bozma’ yolu bulunur. Tuzak, kurgulayanın düşünce yapısının analizi ile bozulur, kırılır. Tek koşulu tuzağı fark etmektir, fark edildiğinde bozulmayacak tuzak yoktur.

(3)

Bizim inancımız, Tuzak Kuranların En Hayırlısı’nın elçisiyle gönderdiği talimatı ile çizilen rotada yol aldıkça bu millete kötünün tuzak kurması mümkün değildir. Tarihçilerin bildirdikleri incelendiğinde bu açıkça görülebilir:

«Düştüğümüz tuzağın her biri bu rotadan sapmaya denk gelmektedir, aksi yaşanmamıştır.»

Bu millete kurulan en etkili tuzak onu rotasından saptıracak etkiler altına almaktır. Rota, yüzyıl önce Ulu Önder tarafından bir kez daha tashih edilmiş, yeniden emin sulara alınmıştır.

(4)

Şunu da vurgulayarak bu bölümü bitirelim:

Kötü, bu millete inancı üzerinden asırlardır tuzak kurar, kurmayı sürdürecektir. Her kurulan tuzak bozulmuştur. Bütün rotadan sapmaların delilini dümen suyumuzda görebiliriz. Örnek almak ve ders çıkarmak iyi olur.

İnanç üzerinden tuzak kurmak hem çok kolay hem de çok etkilidir.

İnsanlığın çektiği sıkıntıları gören birçok düşünür sırf bu yüzden ‘insanın yüreğinde inanç olmazsa tuzağa düşmez’ tezini öne sürmüştür. Çok tartışılmış, üzerinde kafa yorulmuştur. Bugün bile ısrarlı savunucuları olan bu düşüncenin kendisinin tuzak olduğu söylenir. Bize göre bu boş bir kaygıdır. Çünkü inançsızlık insanın doğasına aykırıdır.

Diğer taraftan da insanın inancının sömürülmesini önlemenin yolu onu yüreğinden sökmek değildir. Bir yerde mola vermeli, inancının asıl kaynağında çizilen rota tekrar keşfedilmeli, tashih edilmelidir.

‘İnsanın inancı olmazsa sömürülmez’ tezi bizde ‘okullar olmazsa eğitimi çok güzel yönetirdim’ diyerek tarihe not düşen devlet adamını hatırlatır.

Anadolu Bir Kavimler Mezarlığıdır

Yazının bundan sonrası ile ana teması arasında bağ kurmakta zorlananlardan özür dilerim. Lütfen ifade etmedeki eksikliğime verin.

Tarihçilerden öğrendiğimize göre yalnız Anadolu ile sınırlı olmayan fakat onun çevresini de içine alan yeryüzü parçası tarih boyunca nice kavme yaşam vermiş bir coğrafyadır. Coğrafî koşulların insan doğal yaşamı için çok uygun olmasının yanında, büyük insan toplulukları arasında ‘bağlantı kurabilen tek yeryüzü parçası’ olduğu üzerinde alimler mutabıktırlar. Özetle bu coğrafya ve özel olarak coğrafyaya hâkim bölgedeki Türkiye, yeryüzündeki en önemli ticarî yol üzerinde bir kervansaray gibidir. Kürede bizimkine benzer başka bir yeryüzü parçası daha yoktur. Üstüne, Türkiye’nin içinde olduğu coğrafya kendi sahip olduğu doğal kaynakları da sunarak üzerinde yaşayan toplumların varsıllığa kolayca ulaşmasına imkân verir.

Yine tarihçiler, bu coğrafyada hüküm süren kavimlerin zamanla yerlerini başka kavimlere bırakarak sahneden çekildiklerini söylerler. Bu kavimlerden bazılarının, arkeologlar tarihi kalıntılardan bulup çıkarıp öğrenebilmişse yalnız adları kalmıştır. Kalıntı yok ya da bulunmamışsa adı da kalmayan nice kavim olduğu söylenebilir.

Kısaca, gerekçe ne olursa olsun, bu coğrafyada geçmişten bugüne hüküm süren kavimler sürekli değişir.

«Neden?»

Mustafa Kemâl ve İmlediği Tuzak – «Fakruzarûret»

Bu başlık altında yazdıklarım kendine samimiyetle Atatürkçü diyenleredir.

Atatürk’ün gençliğe hitabından, sayılan koşulların yaşandığı duruma düşmesi için bir milletin ‘kör’ olması gerektiği kanaatine ulaşılabilir. Bu nedenle, Nutuk’un son bölümünde Atatürk’ün gençliği görevlendirirken sıraladığı koşullar üzerinde çok zihin yorulmalı, çok düşünülmelidir. Öte yandan, Nutuk’un gençliğe öncelikli görevini hatırlatan bölümünde Atatürk’ün özgürlüğün önemini vurgularken kullandığı keskin dil bunun bir hatırlatma, öneri değil doğrudan buyruk olduğunun göstergesidir. Böylesine keskin bir dille verilen kesin buyruğu veren hakkında konuşurken “gereken saygı” gösterilir, o kadar. Yoksa ‘önder eleştirilemez mi?’

(1)

Önder ‘eleştirilemez’ mi?

Yaşam biçimlerine bakıldığında ‘eleştirilemez’ olmalarını söylemek gerçek önderlere hakarettir. Ancak ‘önderi eleştirmek’ ile ‘önderi kötülemek’ birbirinden çok iyi ayrılmalıdır.

Muhtemelen her toplumda olabileceği gibi biz de çoğu kez geçmiş önderlerin talimatını günümüz yaşam koşullarında çözümleme yanlışına düşeriz.

Bu yanlış ‘gaflet’ içindeki insanlarca yapılabileceği gibi ‘dalâlet ve hıyanet’ içindekilerce kasten de yapılabilir.

Örneğin Kutsal Elçi’nin «ilim Çin’de de olsa gidin alın» talimatına kulaklarını tıkayanlar, ömrünü insana adadığını görmez, aradan geçen bin beş yüz yılı hiç hesaba katmadan O’nun ‘yaşamını eleştiri’ adı altında her tür kötülemeyi yaparlar.

Bununla ilgili bir örnek de yakın geçmişimizden verilebilir.

Çağ Değiştiren Önder fetihten sonra başka bir dinin ibadet evini kendi dininde ibadet için kullanır. Bu doğaldır. Ancak Çağ Değiştiren Önder fethettiği şehirde öyle uygulamalar yapar ki bugünün bağnaz zihni bunları ya görmezden gelir ya da gizler. Çok gerekirse üstün körü ağzında geveler, geçer. Onların akıllarınca Fatih kâfir (!) gibi davranmıştır. Oysa o uygulamalar insanlık için başlı başına birer ileri aşamadır. Yani rahmetli Fatih gününün en az beş asır önündedir.

Üzerinden dört yüz altmış iki yıl geçen fethi bir anlık gafletimizden yaralanarak geri döndürdüğünü zannedenleri ‘geldikleri gibi’ gönderdikten on beş yıl sonra rahmetli Atatürk öyle bir şey yapar ki “O’nu en iyi ben anlarım” diyenler dâhil hiçbir bağnaz zihin buna anlam veremez:

«Ayasofya artık müze olarak tüm insanlığın ziyaretine açılmıştır.»

Kutsal Elçi’nin gününde insanlığın durumu, Kutsal Elçi’nin izindeki Fatih’in ve Atatürk’ün günündeki dünyaları (özel olarak Avrupa’yı) düşündüğünüzde her bir önderin aynı şeyi yapmaya çalıştığını anlarsınız:

«İnsanlığı biraz daha ileri taşımak.»

Bunun için her önderin talimatı kendi zamanının ruhu hesaba katılarak incelenmelidir. Önder yolun başında rotayı çizer. Bizlere düşen rotada ilerlemektir, rotanın çizildiği yerde beklemek değil.

Önder ‘eleştirilemez’ mi?

Elbette eleştirilir. Amacınız insanı mutluluğa ulaştıracak rotada ilerlemekse önder elbette eleştirilir.

Bin dokuz yüz otuz sekizde demir atıp tüm zinciri serenlere bilgi:

«Atatürkçü olmak hep ileri bakmak, son ucu mutlu insana ulaşan rotada ilerlemektir.»

(2)

Hıyanet kötü tuzağın kendisidir.

– “Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.”

Son koşul en ölümcül tuzağı imler. «Yokluk ve yoksulluk» bir milletin içine düşebileceği bozulması en zor tuzaktır. «Yaşama» içgüdüsüyle devinen bir topluluğun fertlerini gırtlaklarına girecek bir lokmanın kokusu bile yönlendirir.

Gazî Mustafa Kemâl Atatürk 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi’ni açış söylevinde, Nutuk’tan dört yıl önce bu tuzağı açıkça gösterir:

«Efendiler, tarih., milletlerin yükselme ve düşmesi sebeplerini ararken birçok siyasî, askerî, sosyal nedenler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu nedenler, sosyal olaylarda etkilidir. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselmesiyle, düşmesiyle ilgili ve ilişkili olan milletin ekonomisidir. Tarihin ve tecrübenin belirlediği bu gerçek, bizim millî hayatımızda ve millî tarihimizde de tamamen görülmüştür. Gerçekten Türk tarihi araştırılırsa bütün yükselme ve düşme sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka bir şey olmadığı anlaşılır.»

Adaletsiz Varsıllık Olmaz

Bugün milletimizin yaşamına etkisi olan her olayı «yokluk ve yoksulluk» tuzağını ısrarla aklımızdan çıkarmadan çözümlemeliyiz. Bunun için “denizcileşemeyen millet geleceğini yitirir” sözü üzerinde ısrarla duruyoruz. Çünkü, bugünden görebildiğimiz, gelecek beş yüz yılı «denizcilik» yönlendirecektir:

«Deniz endüstrisi bir bütün olarak milletin yaşamında doğrudan ve etkin biçimde yer almalıdır. Bunun görünen tek yolu milletin ve devletin denizcileşmesidir. Denizcileşme yalnız ekonomik yanıyla değil sosyal yaşamı biçimlendirmesiyle de toplumu çağdaş uygarlık düzeyinin yukarısına taşıyacaktır.»

“Adaletsizlik”

Burada soru, “Anadolu bir kavimler mezarlığıdır” başlığına gönderme ile şu olmalıdır:

«Böylesine verimli, yaşamı destekleyen bir coğrafyaya hâkim bir toplumun adı nasıl olur da tarihten silinircesine yok olur gider?»

Cevabında «gaflet» içindeki yönetimden zengin kavimlerin rehavete düşerek savaş yeteneklerini körelttiklerine kadar oldukça geniş bir yelpazeye yayılan birçok neden sayılabilir. Bize göre ise tek ve ana nedeni bu toplumların «adalet» duygularını yitirmeleridir.

Her toplum fertlerden oluşur. İster türlü kavimlerin iç içe yaşadığı devasa toplumlar, isterse küçük bir kabile; toplum fertlerden oluşur. Fertleri birbirine bağlayan bağların en güçlüsü aile üyeliğidir. Sonra komşuluk; sonra ortak yaşam alanının paylaşımı, yani yiyeceğin ve yurdun ortaklığı kişiler arasında bağ oluşturur. Yönetim biçiminin ideali “çoğulcu demokrasi” olan bu topluma «millet», örgütüne «devlet», üzerinde yaşadıkları yeryüzü parçası yurtlarına «vatan» denir.

Üyesi olduğu ailesi, aynı mahallede yaşadığı komşusu, aynı yurdu paylaştığı diğer fertlerle aynı düzeyde bir yaşam sürmek ister insan. Kutsal metinlere göre bu ‘insanın en doğal yaşam hakkıdır’. İnsanda yaşam hakkının elinden alındığı sanısının yarattığı öfke diğer tüm duyguları bastırır, kişiyi tutsak eder. «Adaletsizlik» böyle öfkenin ana kaynağıdır.

Toplumda «adaletsizlik» duygusu ortaya çıktığında fertler başka hiçbir şeye önem vermeden gözlerini yönetime dikerler, yani devlete. Bir kez fertlerin güvenini yitiren yönetimin fertlerin öfkelerini dindirmesi ve eski güveni ihdası nerede ise imkânsızdır. Bu nedenle bilgemizin sözü herkesçe ezbere bilinir:

«İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.»

Anadolu’da hüküm süren kavimler bu ilkeden saptıklarında coğrafyayı yitirmişlerdir. Bugün bu coğrafyada hüküm süren biz Türkler, tarihimizin şanlı birer sayfası olan «adil millet» öykülerini unutup ‘adalet’ terazisine hile karıştırdığımız an değil bu yurdu kaybedeceğimizden, yeryüzünden silinip gideceğimizden emin olabilirsiniz.

Bu paragrafı okuduktan sonra yüreğinizdeki istem dışı tepkilerinizi hissediyorum.

Öfke, kızgınlık çoğunlukta olmalı; çünkü, bu gerçekle ilk karşılaşmamda ben de öyle hissetmiştim.

Öfkem dindi, kızgınlığım geçti; çünkü ben bu gerçeği yok etmek, ortadan kaldırmak için savaşıyorum.

«Yaratan, adaletini dağıtacak kavim mi yaratamayacaktır?»

Başka bir sorudur «adalet terazisine hile nasıl karışır» sorusu. Ayrı ve başka bir çalışma konusudur cevabı. Fakat yine de ‘toplum fertlerinin aleyhine işleyen her düzen hilenin ve fitnenin değirmenine su taşır, devlet dediğimiz örgüt adına her kim, yani yönetici olan her ne yaparsa «devlet» ile «kişi» arasındaki bağın gücünü ısrarla gözetmelidir’ diyerek ana konumuza geçelim.

Bu millet ancak «adaletsizlik» çukuruna düşürülerek alt edilebilir. Bize kurulabilecek en büyük tuzak «adaletsiz» bir topluma dönüştürülmemizdir. Burada da önemli bir soru ile cevabı bu tuzağı bozmamıza yardım eder:

«Hangi toplum ve yönetimi böyle bir tuzağa ‘bile ve isteye’ düşer?»

Bu soru tereddütsüz ‘hiçbir yönetim bilerek bu çukura düşmez’ olarak yanıtlanır.

Yazının Sonu

‘Adalet’ için temel dayanak, düzen kurabilen topluluktur. Yani önce kamu, sonra adil bir kamu düzeni oluşturmalısınız. Biz, rastgele bir araya gelen unsurların oluşturduğu basit bir topluluk değil, on binlerle sayılan yılların birikimine sahip bir coğrafyada yaşayan bir milletiz. O halde, savımız ‘adaletsiz varsıllık olmaz’ ve ‘bir ülke denizcileşmeden varsıllaşamaz’ olduğuna göre basit bir yolla ‘denizcileşme, adaletle yürütülmelidir’ diyebiliriz.

Adil bir hukuk düzeni olmadan kalkışacağınız her varsıllaşma çalışması toplumu sosyal sınıflara ayırır; yurt, milletin bir bölümüne cennet bir bölümüne cehennem olur. Adil bir hukuk düzeni olmadan kalkışacağınız her varsıllık mücadelesi, ‘kendi milletinizi yok etme’ çalışmasına dönüşür. Denizcileşmenin getireceği muazzam varsıllık da adaletsizlik çukuruna düşen toplumları kurtaramaz. Kürenin tamamını kuşbakışı incelersek, denizcileşen ve fakat denizci ruhunu terk ederek adalet düzenini yitirdiğinden eski şaşalı dönemlerini özlemle arayan örnekleri kolayca görebilirsiniz.

Pruvanız netâ olsun.

Yakup Korkmaz

202209280615

Tuzla İstanbul

yakupkorkmaz.com © denizci