Ana Sayfa
Özgeçmiş

Denge Politikaları ve Mandacılık

Allah selâmet versin.

Giriş - Zor Günler ve Toplum

Her millet sarsıcı, örseleyici travmatik olaylar yaşamış, sancılı ve sıkıntılı dönemler geçirmiş olabilir. İyisiyle kötüsüyle yaşadığı her olay toplumun sosyal belleğinde yer eder, deneyim dağarcığındaki yerini alır.

Halkın dilinde nesilden nesile aktarılanlar, efsanelerden destanlara, (masallar bile) böylesine önemli olaylardan başka bir şey değildir.

Onlarca yıl, belki çağlar; insan ömrü için uzun bir süre geçer üzerinden, halk belleğindeki tortularına bakar ve olayın ‘iyi’ veya ‘kötü’ olduğuna karar verir. Doğrudur veya yanlıştır, mutlaka bir karar verir. Kararın doğruluğu için toplumun genelinin asgarî bilinç düzeyine sahip fertlerden oluşması koşulu vardır. Bu koşulun karşılanmadığı durumlarda kararın doğruluğuna güvenilemez.

Asgarî bilinç düzeyi hakkında birkaç söz edilmesi gerekir kanısındayım. Ancak önce TDK sözlüklerinden bilinç, bilinçsiz ve bilinçsizlik sözcüklerine bakmanızı öneririm.

TDK sözlükleri’.

(Erişim tarihi: 202109110851)

Asgarî Bilinç Düzeyi

Asgarî bilinç düzeyine erişmemiş insanlar birçok yolla etki altına alınabilir.

Tıpta “uyanık olma ve çevresinin farkında olma durumu” tanımı, bilinci yeterli düzeyde açık hasta için kullanılır. Aynı tanım ‘asgarî bilgi ile donanmış ve sahip olduğu bilgiyi kullanan’ insan için de yapılabilir. Böyle kişi toplumunun sorunlarını fark eder, bunlara çözüm yolları arar ve önerir. Bu sav, kişinin toplumunun geçmişte yaşadıkları için de geçerlidir.

Kişinin asgarî bilinç düzeyine ulaşmasının ilk adımı, onu bilgi ile donatmaktır. Sahip olduğu bilgiyi kullanmasını öğretmek, ikinci adımdır.

Günümüzde toplumu etkilemek isteyenler birçok araca sahiptir. Bunlardan ‘bilgisizlik’ en güçlüsüdür. Ayrıca ‘bilgisizlik’, toplumun sahip olabileceği en tehlikeli vasfıdır da. ‘Bilgisiz’ toplum kendi kendisini yok edebilir.

Toplumun bilgi edinme yollarını kesen her uygulamaya şüpheyle yaklaşılmalıdır. Bu nedenle bilim insanları ‘körü körüne’ inanma biçimine sürekli olumsuzluk yüklerler.

Elbette bu satırların okuyucuları ‘öğretim’ ile ‘eğitim’ sözcüklerinin anlam farkını biliyorlardır.

Verilen bilginin kullanılma yöntemini vermemiş, ‘hayatta en hakikî mürşit ilimdir’ levhasını başköşenizden atmışsanız, çocuğunuzdan ‘cehaleti alırsınız’, o kadar.

Muhakeme yeteneğini yitiren birey, nasılsa her söylenene inanacaktır.

Toplumun bilgi edinme yollarını kesmekte kullanılan en güçlü vasıta inanç sistemidir. İnsan, ‘körü körüne’ inancı kullanılarak çukura çekilir. Bir kez yanlışa inandırılan, ‘körü körüne’ inanan insanın bundan vazgeçmesi imkânsıza yakındır.

Son paragraftan din karşıtlığı çıkaracak ‘körü körüne’ düşünenler hiç de az olmayacaktır. Böyle insanlarla konuşmaktan çok çekinirim. Çünkü söylediklerimle onların düşüncelerinin kesiştiği yerler çok az olur. Buna rağmen onlardan üç soruma cevap isterim:

(1) Tebliğ ettikleriyle yaşadıkları günlerin tüm sapkınlıklarını yerle bir eden, çağlarının büyük devrimcileri kutsal elçiler, nelere karşı çıkmış ve neleri devirmişlerdi?

(2) Son dinin, yani gelmiş geçmiş en büyük devrimin kutsal kitabında akıl etmez misiniz diye kaç kez ve neden sorar Yaratan?

(3) Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?

Üçüncü soru için lütfen ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilgili internet sayfasına bakınız.

(Erişim tarihi: 202109042346)

Hiç bilgisi olmayan veya eksik bilgiye sahip ya da tam olsa da bilgisini kullanmasını bilmeyen toplum, olayları çözümleyemez. Nedenleri ve sonuçları değerlendiremediğinden kulağına söyleneni onaylar. Söyleyen de amacına bu yolla ulaşır. Bir bölümünün kulağına söylediklerinin tam zıddını diğer bölümünün kulağına söyler. Herkes kendi doğrusuna ‘körü körüne’ inanır, toplum bölünür. Toplumun bir bölümünün kanısına göre ‘zalim’ olan, diğer bölüm için pekâlâ ‘mazlum’ olabilir.

Bölünmenin iyisi de vardır kötüsü de. Kötüsü, derin ve onarılamaz bölünmedir.

İyi bölünme, (ki bilgisiz toplumda olmaz,) olayın ‘iyi’ veya ‘kötü’ olmasında değil, nedenleri ve sonuçları üzerinde fikir ayrılığından kaynaklanandır. Bizde bu bölünme yaşanır.

Başlangıcını on dokuzuncu yüzyılın son çeyreği olarak zamanlayabileceğimiz Osmanlı için yeni dönemde yeni deneyimler edinen toplum, Cumhuriyet ile bir ileri aşamaya geçmiş, belli bir düzeye ulaşmıştır.

Etkilemek isteyenlerin aşamadığı, kimilerinin ‘milletin feraseti’ dediği sosyal yapının temeli, asırlar önce atılmıştır. Fakat bu nitelik eksiğini cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlayan ‘bilgilenme’ ile tamamlamış, sağlamlaştırmış, güçlendirmiştir.

Toplum, (istenen kadar olmasa da şimdilik yeteri kadar) ‘bilerek sorgulama’ özelliğine sahiptir.

Bir Olay: 27 Mayıs İhtilâli

27 Mayıs ihtilâlinden sonra Menderes’in ‘iyi’ veya ‘kötü’ olduğunu anlatan yüzlerce öykü tedavüle sokulmuştur.

Olayların yaşandığı günlerde, sıcağı sıcağına, kim tarafından kotarıldığı bilinmeyen, sonu kotaranın siyasî görüşüne uygun bağlanan öykülerden birkaçını herkes mutlaka dinlemiştir. Ben, altı yaşında bir çocuk olmama rağmen böyle öyküler dinledim. Hattâ dinlediklerimden birkaçını bugün bile kolaylıkla anlatabilirim.

Bir olaya herhangi bir nedenle katılanların veya bir yolla karışanların büyük çoğunluğundan yüksek ruha sahip insanlar, toplumun sosyal yapısına etkisini hesaba katarak bildiklerini kendilerine saklarlar. Kaleme almışlarsa anılarının yayımlanmasını elli yıl, yüz yıl gibi çok ileri tarihlere atarlar. Böylece olayın etkisinin azalacağı, karar vericilerin doğru düşünebileceklerini farz eder, toplumun yaşanandan sağlıklı ve doğru ders çıkarmasına katkı yapmayı umarlar. Aktaracakları bilgi yüzde yüz doğru olan bu insanların bu tutumlarına karşın, o günlerden alıntı olduğu iddia edilen, yazarı ve kaynağı belli olmayan, üstüne yanlış bilgiler de içeren yazıların gerçek amacının masum olduğunu söylemek safdillik olur.

Menderes’ in En Büyük Suçu Neydi?

Soruyu, sanal ortamda, yani sosyal medyadan, arkadaşlarımdan birinin paylaştığı yazıdan aldım.

Aradan bunca yıl geçtikten sonra neden tekrar tedavüle konur bu konular?

Bu soruyu bu tür yazıları sanal ortamda paylaşanların kendilerine sormalarını öneririm.

Amaç Nedir?

İçinde yanlış bilgi dolu böyle öykülerin iyi niyetle aktarılmadığından eminim.

Aktardığı bilgiler doğru olsa bile insanlarda olumsuz anılar canlandıran (ve özel olarak bende olduğu gibi ayrıca derin bir üzüntüye neden olan) yazılar, sinsi birer beşinci kol çalışmasıdır. Paylaşan veya köşesinde yer veren kişi bunun farkında bile değildir. Aktaran, meşrebine bağlı kanısına göre hazır bilgi verdiğini düşünmüştür. Biraz da bu sanal ortamların yalancı şöhretini tatmak isterken, iki önemli olumsuzluğun nedeni olur:

(a) Unutulmasından yarar umulan kötü anıları zihinlerde canlandırır. O günlere ait kim bilir hangi yaralar yeniden kanar.

(b) Meraklısını asıl sorudan, dolayısıyla alınacak dersi gözden uzaklaştırır.

Akademik araştırmalarda böyle önemli olaylar didik didik edilir, hiçbir soru atlanmaz. Ancak bu çalışmalar topluma kolay ulaşamaz, üniversitelerin kütüphanelerinde özel meraklılarını bekler.

27 Mayıs İhtilâli için Asıl Soru

Önceden beri hep aklımda olan, bir türlü yazıya dökemediğim soruyu bu yazı vesilesiyle burada sorayım:

İlk seçimde kaybedeceği ayan beyan ortada olan bir iktidarı düşürmek için neden ihtilâl yapılır? Hem de bu iktidar ‘erken seçim’ ilan etmek üzere iken.

Kuvvetle muhtemeldir ki yanıtı şöyledir bu sorunun:

Parti yöneticileri demokrasiye inançlarını yitirmişlerdi, ellerindeki imkânları kullanarak adil bir seçim yapılmasının önünü kapayacak, seçimi kazanmak için her yolu mubah sayacak, iktidarı asla teslim etmeyecekti.

Bu cevaba karşı ben de şunu söylerim:

İyi ya, siz de milletle el ele verir, ihtilâli de o zaman yapardınız. Sapasağlam bir gerekçeniz olurdu.

12 Eylül’deki gerekçeniz buna benzer bir şey değil miydi?

27 Mayıs İhtilâli için Asıl Sorunun Yanıtı

Bana göre asıl nedeni hemen ve yüksek bir sesle söylemek isterim:

Başbakanın ve iki bakanının idamlarının arkasında gözlerini açmış, gerçeği gördükten sonra yönlerini değiştirmiş olmaları vardı.

Sömürgeci için idamların nedeninin bilinmesi çok önemliydi. Sömürgeciye göre bu millet bu nedeni açıkça görmeli, kulağına küpe yapmalı; milletin hiçbir evlâdı sömürgecinin çizdiği rotadan çıkmamalıydı. O günün koşullarının en güçlü sömürücüsü, bugünün tek dişi kalmış gibi görünen sinsi canavarı, bu idamlarla milletin yöneticilerine açıkça yönünüzü değiştirirseniz canınızla ödersiniz diyordu.

Nitekim, sonraki dönemlerde rotasını düzelten aydınlarımızdan siyasilerimize, kendisine aykırı gördüğü herkese uyguladı bu yöntemi. Zulmün özelliği zamanın ruhuna uygun olarak ya bomba ya da kurşun yahut siyaset yasağı oluyordu.

Yapılamaz Mıydı?

‘Gerekiyor’ deyip siyasete müdahaleyi görev bilen, siyasetçileri en yüksek perdeden uyarma yetkisini kendisinde gören, demokrasinin denge ayarını yaptığını düşünüp sosyal devinimin doğal akışına ikide bir müdahale eden ihtilalciler, o günlerde hükümete el altından ‘hadi şu erken seçim tarihini duyur millete’ diyemezler miydi?

Diyebilirlerdi elbette, ama demediler.

(Burada ‘bilerek, kasten’ sözcüklerini canım yanarak yazıyorum.)

Bilerek, kasten ‘hadi şu erken seçim tarihini duyur millete’ demeyenler, bazı idealistlerin temiz duygularını suistimal edip onları yönlendirdiler. İhtilâlin gerekliliğine inandırdılar.

Temiz duyguları kullanmak bir ülkeyi ele geçirmek isteyen herkes için çok ucuz olduğu kadar önemli ve çok da elverişli yöntemdir. Ancak asgarî bilinç düzeyine ulaşmış bir toplumda uygulanamaz. Böyle toplumlar için daha karmaşık teknikler kullanır ‘düşman’.

İktidar olma yolunu açıkça gören kandırılanların kişisel ihtirasları, kuvvetle muhtemeldir, ihtilâlden sonra ideallerinin önüne geçmiştir. Nitekim, sonraki süreçte ortalığa saçılan iktidar kavgaları, bunun ipuçlarıdır kanısındayım.

Demokrat Parti Tam Bağımsızlık Rotasından Çıkmış Mıydı?

İkinci büyük savaş sonrası kurulan düzende, günün koşullarına uygun olarak bir taraf seçen ülkenin yöneticileri, on yıl sonra o yönün yanlış, varış limanının ülkenin hayrına olmadığını görmüş, dönüş için gerekli manevralara başlamıştı. Çünkü onlar istiklâl savaşını yaşamış, o mücadelenin içinden geliyorlardı. Bile isteye ‘o’ yönde yol almak onların doğalarına aykırıydı.

Uygulamalarının bazıları veya tümü, hata yaparak veya hatasız, ama niyeti kesinlikle ülkenin boğazındaki yoksulluk tasmasını kırmak olan o günün siyasîlerinin izlediği yolun kendi kapısının önünden geçmediğini fark eden emperyalist, başka bir dünya ile ilişkiyi, süreç başlamadan bitirdi.

‘Ama o ihtilâl ülkeye özgürlük getirdi’ diyenlere ‘bu onların tatlı hülyalarından başka bir şey değil’ derim. Bir de ‘o günün dünyasına, batı ile Demirperde ilişkilerine, kürenin bütününü görecek biçimde bakın’ diye öneririm.

SSCB’nin sınırdaşı ülkelerdeki kapitalizmin ne kadar da cici ne kadar da demokrasi sevdalısı olduğunu, hattâ bu ülkelerin kendilerine özel demokrasiler geliştirdiklerini, toplumlarının mutlu mesut bir hayat yaşadıklarını söylerim. Ama bu yalnız yalnız SSCB sınırdaşlarına, yani batının ‘tampon’ olarak gördüğü ülkelere özeldi.

Zaten aradan zaman geçip, yolundan çıkan karşı bloğun artık bir denge unsuru olamayacağını, durumun kendi lehine döndüğünü gören canavar, daha önce verdiği özgürlükleri tek tek geri aldı.

Günümüzde Denge Politikası

Başbakan Menderes’in yönünün sosyalist bloğa dönmesine bağlı olarak, birkaç cümle de sonraki süreçte ülkeyi yöneten iktidarların daima bir yerlere dayanma ihtiyaçları üzerine söz etmek isterim.

Bana göre bu alışkanlık, Osmanlı’nın son kırk yılında uygulamak zorunda kaldığı ‘denge’ politikasının toplumun genlerine kodlanması sonucu edinilmiştir.

İstiklâl savaşının başında ‘manda’ olmayı evlâ görecek körlüğe ulaşan, cumhuriyetin kuruluş yıllarında ‘tam bağımsızlık’ düsturu ile kesintiye uğrayan ‘dengeci’ politika, maalesef bin dokuz yüz kırklı yılların başından itibaren bu milletin gündemine tekrar giren ‘denge politikası’, ilerleyen yıllarda ülkenin ‘gizli (veya örtülü) manda’ çukuruna düşmesine neden olmuştur.

Tamam, bugün dönüp büyük savaş öncesi ve sonrası koşullara bakıldığında, bu ülkenin bir ‘denge’ politikası yürütmekten başka bir çaresi olmadığı açıkça görünüyor.

Peki, ya devam eden süreçte?

‘Tam bağımsızlık’ diyerek çıkılan yolda deniz her zaman karınca su içer sakinlikte olmaz. Azgın dalgalar arasına da dalınır, gücü sonsuz zannedilen rüzgâra karşı da yol alınır. Velev ki bağımsızlık karakteriniz olsun!

Üzücü olanı, hatanın günümüzde de sürdürülmesidir. Israrla başka yöntemler aramamız gerekirken, ‘manda’ olarak yaşamak zorunda kalınacak bir ‘bloklar arası denge politikası’ bugün de ısrarla sürdürülmektedir.

Bu olgunun en küçük ayrıntısına kadar araştırılması, müsebbiplerinin bilerek ya da bilmeyerek yaptıklarının mercek altına alınarak incelenmesi ve genç nesile anlatılması tarihin tekerrürünün önlenmesi için mutlaka gereklidir. Görev bu ülkenin bir biçimde ekmeğini yiyen aydın insanlarının omuzlarındadır.

Bugün bu ülkenin ilk, acilen çözülmesi gereken sorunu siyasilerin ‘denge politikası’ dedikleri, gerçekte ‘gizli veya örtülü mandacılık’ olan uygulamalardır. Toplumun bu ruh hâlinden kurtarılması için gereken her şey yapılmalıdır.

Aydınımız, bir sömürgeciye karşı savaşırken bir başka sömürgeciye ram olma tehlikesini görmelidir.

‘Sürekli birilerine güvenmek, hiçbir şey yapmadan bir yerlere yaslanarak yaşamaya çalışmak, yaslandığının senden bir şey beklemeyeceğini düşünecek kadar da saf olmak’ olacak şey midir?

Tam bağımsızlığın ‘iktisadî bağımsızlık’ olduğunu unutmadan rotanızı çizer, halatları avara eder, sefere çıkarsınız.

İktisadî bağımsızlığın yolu denizcileşmekten geçer.

Denizcileşmenin ülkeye kazandıracaklarını merak etmeyen, bunun için kılını kıpırdatmayan, gelecek nesillerin asla affetmeyeceği tuhaf zihniyeti anlamak mümkün değildir.

Deniz endüstrisinin yalnız bir paydaşı yıllık yaklaşık iki yüz elli milyar ABD Doları girdi sağlayabilir. Ayrıntı için bakınız:

Ayrıntı için bakınız:

Ülke Neden Denizcileşmelidir?

(Erişim tarihi: 202108201250)

Varışa ulaşır veya ulaşamazsınız. Ulaşamazsanız yok olursunuz, daha iyidir.

Halbuki Türk’ ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!

Bakınız:

Nutuk - Ya istiklâl Ya Ölüm!

(Erişim tarihi: 202108201250)

Yitirilmiş haysiyetinizle, yerlerde sürünen gururunuzla tutsak yaşamayı göze almaktır ‘mandacı’ olmak. Kötü dönemleri atlatmak için ‘ölmekten evlâ’ değildir ‘manda’ olmak.

Afganistan’a Özel Birkaç Cümle

Kürenin büyük sömürgecilerden birinin Afganistan’dan kaçması (!) ile ‘Adnan Menderes’in En Büyük Suçlarından Biri’ gibi bir yazı aynı günlere denk gelince yukarıdaki dağınık düşünceler uçuştu zihnimde.

Bir de Afganistan’da suçlu ABD ve Rusya’dır sözü dolaşmıyor mu ortalıkta.

Tam da yaslanacak yer arayanlara yakışan sözdür bu.

Hiç adam yoktu Afganistan’da da ülkenin bugünkü hâlinin sorumlusu dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sömürücüleri oluyordu, öyle mi? Yahu onlar zaten her zulmün doğal kaynağı.

Afganistan’da kimdi ilk davet çıkaran emperyalizme yetmiş dokuzda? Neden davet etmişti SSCB’yi?

Onlardan öncekilerin de göremediği gibi gerçekten görememiş miydiler o gün tek sorunlarının cehalet olduğunu?

Yoksa halkın cehaleti işlerine mi geliyordu?

Dünyada Afganistan’dan ders alması gereken çok ülke var.

Özel olarak da milletinin cahilliğinin işine yaradığını düşünen yöneticiler için bir laboratuvar Afganistan. Bugünün iletişim imkânlarıyla her olayın gözler önüne serildiği, o cehaletin zamanla nasıl dönüp kendilerini vurduğunun ispatlandığı laboratuvar.

Pruvanız netâ olsun!

Yakup Korkmaz

Tuzla - İstanbul

202108190307

yakupkorkmaz.com © denizci’