Ana Sayfa
Özgeçmiş

(Kabaca) Örgütlenme

Allah selâmet versin.

Yeni yılınız kutlu olsun.

Sağlık içinde daha çok, nice yeni yıllar kutlamanızı dilerim.

Ön Bilgi

Lütfen imece ve örgüt sözcükleri için Türk Dil Kurumu sözlüğüne bakınız.

https://sozluk.gov.tr/

Giriş

Bir dernek çatısı altında toplanmak örgütlenmektir.

Baş edemeyeceği bir iş için yanı başındakinden yardım talebi insanoğlunun doğal davranışıdır.

‘Örgütlenme’, bireysel çalışma ile başarılması mümkün olmayan işlerin üstesinden gelebilmek için insanların bir araya gelmeleridir. İlk ‘örgütlenme’ örnekleri imecelerdir.

Az sayıda insanın bir arada olduğu köylerde hanelerin hasat ve harman işleri imeceyle yapılır. ‘İmece’ köylerde sıradan bir olaydır. Üç hane, beş hane, bazen tüm köy bir iş için bir araya gelir, iş başarılır.

İmece günü bir bayram, bir düğün havasında geçer, geçtiğini anlamazsınız bile.

Söz konusu köyler için ‘ve fakat feodal düzenin dışına çıkmış, ayrıca modern tekniklerin henüz girmediği’ sözcüklerini araya sıkıştırmak yerinde olur.

Diğer demokratik ülkelerin örgütlenme sorunlarını bilmiyorum. Sorun olup olmadığını dahi bilmiyorum. İnternet sayesinde ulaşabildiğim açık kaynaklardan alabildiğim birkaç istatistiki bilgi var, o kadar.

Özel bir çaba gerektiren ‘başka ülkelerde sivil toplum örgütleri’ ve benzeri başlıklarda çalışmalar var da bilmiyorsam benim hatamdır. Ancak bu yazının amacı konu bağlamında farkındalık yaratarak dikkat çekmektir. Özel olarak ‘ülkenin örgütlenmekten neden kaçındığı’ sorusunun yanıtına ulaşmak değildir.

Sosyal yaşamında örgütlenmeyi asırlar öncesinden bu yana sıradanlaştırmış, toplumunun her sınıfı demokrasiyi özümsemiş (İsviçre ve Fransa benzeri) ülkeleri ayrı tutarak söyleyeyim; otoriter veya totaliler rejimlerden demokrasiye (bize göre bile) yeni geçmiş birçok ülkede hayâlimize sığdıramayacağımız, aklımızın alamayacağı kadar ‘çıkar’ örgütlenmeleri var. Oldukça da etkinler ve bunların kamu yöneticileri üzerindeki siyasî baskısı inanılmaz güçlüdür.

Önerimdir:

Literatürden sökülüp atılması imkânsız görünen, nedense zihnimde ‘elindeki birtakım araçları kullanarak insanları istediği yere süren, sürükleyen’ gibi saçma bir algı yaratan ‘yönetici’ adlandırmasını kamu söz konusu olduğunda ‘hizmetçi’ ile değiştirelim. Yani ‘kamu yöneticisi’ değil ‘kamu hizmetçisi’ diyelim de herkes yerini bilsin.

Neden Zordur?

“Köyünde veya biraz daha fazla insanın yaşadığı kasabalarda ‘hemen toplaşıveren’ insanlar kentlere geldiklerinde neden bu yeteneklerini yitirmiş görünürler?”

Aslında insanımız köyündeki veya kasabasındaki örgütlenme yeteneğinden bir şey yitirmemiştir. Kentlerimizdeki hemşeri derneklerinin sayısına ve etkinliklerine bakarak bunu anlayabiliriz.

Elbette imecenin de kendine özel sorunları vardır. Ancak kent yaşamındaki karşılığı ‘örgütlenme’ ile kıyaslanması orantısız olur. Çünkü ‘imece’ birbirini çok iyi tanıyan insanların iş birliği iken ‘örgütlenme’ birbirini hiç tanımayanlar arasında yakın temastır ki, insanların büyük çoğunluğu bundan hiç hoşlanmaz. Bu yüzden, ‘bizim’ şehir yaşamımızda fertlerin örgütlenmesi imkânsıza yakın zordur. Oysa basit bir akıl yürütmeyle (irili ufaklı sorunların çözümüne) ‘örgütlenerek’ ulaşılabileceği ortada, çok açıktır.

‘Bizim’ diyerek hem örgütlenememe sorununu özelleştiriyorum hem üzerine vurgu yapmak istiyorum. Bizim örgütlenememe sorunumuz ile ilgili şimdilik, birkaç kişi ile çabucak yapılıveren fikir alışverişi sonucu tek bir neden yakalayabildim:

Köyden kente göçen insanımız sosyal ilişkileri ile yaşam konforu düzeyini birbirine paralel geliştirememiştir.

Sosyolojinin alanına giren bu sorunun çözümü çok derinlerde görünmektedir. Ele alınması, incelenmesi ve en doğal insanî davranış olan örgütlenmenin kent yaşamımızda da sıradan bir eyleme dönüştürülmesi toplumun geleceğini yakından ilgilendirir.

Kentte birbirini hemen hiç tanımayan insanlar bir araya gelecek ve dayanışacaklardır. Oysa bir doğal içgüdü olan ‘bilinmeyene karşı tedbirli olma’ dürtüsü o kadar güçlü ve baskındır ki, insanlar bunu aşmakta çok zorlanırlar.

Modern toplumlarda esasları çok önceden belirlenmiş, örgütlenme modelleri üzerinden hukukî alt yapıları sağlamlaştırılmış; örgütlenmenin önündeki insanî davranış engelleri, güvensizlikler bitaraf edilmeye çalışılmıştır. Düzeylerini ‘ileri’ dediğimiz sosyal yaşam standardındaki ülkelerde ‘sivil toplum örgütü’ sayıları bunun açık kanıtıdır.

Başka bir ifadeyle anlatılırsa, kentlerde yaşayan insanımız aynı kaderi paylaştığı başka insanlara güvenmemektedir. Bunun da altında yatan asıl neden ‘gözünün gördüğü yanındakine güvenmek’ olarak düşünülebilecek ilkel bir dürtüdür. Kişisel sorunları ne kadar aynı olursa olsun, yeni tanıyacağı insana asla güven(e)mez. Kendini koruma içgüdüsünün sonucudur bu. Köyünde, belki biraz daha büyükçe kasabasında herkes birbirini çok iyi tanır. Köyde her birey komşusunun evinin içini bilir, onun da kendi evinin içini bildiğini bilir. Çıkarının bu komşusu ile dayanışmasında olduğunun farkındadır. Aralarında bilinmezlik yok denecek kadar azdır. Bu yüzden ‘yese doyulmaz komşu’ ile iş birliği gerektiğinde hiç tereddüt yaşanmaz, kurulur. Hesabı beyin kendiliğinden yapar ve sonucu ortaya koyar:

“Ürünün tarladan alınamaması kışın açlık demektir. O halde bazı komşuluk sorunlarının çözümü ertelenebilir.”

İnsanların ‘sivil toplum örgütü’ kavramından uzak durmasına daha birçok neden eklenebilir. Sosyal bilimler ışığında en çok söyleneni ‘toplumun otoriter veya totaliter bir rejimden sonra demokrasiye geçiş sürecini yaşıyor olması.’

Bir önceki baskıcı rejimde fertlerin belleklerine kazılan ‘korku’, bir başka deyişle totaliter rejim kültürü demokrasiye geçişin ilk yıllarında etkisini gösterir, geçiş sürecinde insanlar demokratik birçok etkinlikten kaçınır.

İki yüz yıl öncesine kadar uzatılabilen bir demokrasi deneyimi olan ülkemizde bu nedenin geçerli olmadığı kanaatindeyim.

Süreç tam tersi yönde ilerliyor olabilir mi, bilmiyorum. Öyle olsa idi bu millet kızılca kıyameti koparırdı. Çünkü özgürlüğüne düşkünlüğünü ispat yöntemine dünya şahit oldu, biliyor.

Belki demokratikleşme süreci uzamıştır. Ne de olsa kısa zaman içinde görüneni görünmeyeni ile birçok kesinti sıkıştırdık. Her kesintiden sonra halkın tümünün ‘nerde kalmıştık’ diyebileceğini sanmıyorum. Öyle olunca da belleğinin derinliklerindeki korkuları her seferinde öne çıkmış olmalı.

Bizim insanımız ‘imece’ ile iş görmenin faydalarını yaşayarak öğrenmiştir; hiç sevmediği komşusu ile bile. Maalesef bundan ileri gidememiştir. İnsanın doğal dürtüsü olan 'çıkarını gözetmesinin' (menfaatine bakmasının) bizde hâlâ avcı-toplayıcı dönemdeki kadar ilkel olduğu görünmektedir.

https://en.wikipedia.org/wiki/Hunter-gatherer

Avcı-toplayıcı insan gözünün gördüğüne, kulağının duyduğuna inanmıştı. Çünkü deneyimleri ona menfaatinin (çıkarının) hemen yanı başındaki ile dayanışmada olduğunu göstermişti. Bizim örgütlenme sorunlarımızı inceleyince anlaşılan, köyden kente gelen insanımız hâlâ bu ilkel dürtünün etkisindedir. Oysa çok kısa bir dönem olan tarım ve sonrası yaşama uyumu sırasında ‘gördüğüne ve duyduğuna inanma’ dürtüsünün çeşitlenmesi, daha çetrefil ve türlenmiş algılar içeren dürtülere evrilmesi gerekirdi.

O halde, yeryüzünde varoluşundan bu yana geçen sürenin yüzde doksanı avcı-toplayıcı olarak yaşayan, son dönemlerde hemen her önderin, özel olarak son büyük önder Mustafa Kemâl Atatürk’ün yol göstericiliğini büyük bir oranda reddeden, öte yandan uymak istese de O’nu bir türlü anlayamayan insanımızdan daha fazlasını beklemek haksızlık olur.

Üzücü olan yukarıdaki ikinci nedenin istismara çok açık oluşudur.

Yeteneğini kötü amacına alet edenler için ‘görünür menfaate lüfer gibi atlamak’ bulunmaz nimettir. Öyle insanlar bu oltaya takılır ki, şaşırır kalırız. Onun için bu toplumdan üç beş yılda bir 'tosuncuk' çıkar.

Nasıl İyileşir Bu Hastalık

Benim gibi yalnız düşünüp son tahlili yaptığını zannedip sonucu önerenler; yani lâf üretenler için çözüm çok kolaydır:

Çıkarının gerçekten farkında olan, ayrıca nerede olduğunu bilen fertler yetiştirmek.

Böylece ilkel ‘menfaatini gözetme’ dürtüsü eğitilmiş, medenileşmiş, gerçek çıkarının olduğu yeri bilen insanların oluşturduğu toplumlara kavuşuruz.

Yöntemi için henüz düşünmeye başlamadım. Başlar ve sonuca ulaşırsam onu da yazarım.

Şaka bir yana, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerinde bir sosyal yaşam istiyorsak aklı başında insanların (bilim insanlarının) bu konu üzerinde çalışmaları gerekmektedir.

Hukukî alt yapısını sağlam temele dayandırdığınız bir örgütte ömrünüzde hiç görmediğiniz insanlarla, hattâ dünyanın en azılı dolandırıcısı ile bile dayanışabilirsiniz.

Kendisini bundan biraz ileriye taşıyanlarına, yani menfaatinin her zaman gözünün önünde olmadığını, bazen bir şeylerin ardında saklı, asıl çıkarının gölgede kalmış olabileceğine ve bunun dolaylı yollardan elde edilebileceğini görenlere insanlar 'aydın' der.

‘Aydın’ sıfatı kimlere verilir ayrı bir sorudur ve ayrı bir yazının konusu olmayı hak eder.

İllâ da Menfaat, İllâ da Çıkar mı Olmalı?

Böyle bir konu açıldığında 'illâ da bir menfaat mı olmalı' sorusu hep sorulur.

Evet!

Amacı ne olursa olsun her örgütlenmede mutlaka bir ‘çıkar’ söz konusudur. Önemli olan örgütlenenlerin çıkar(lar)ının ortak olmasıdır.

Denizciler için ‘örgütlenememe’ apayrı ve çok özel bir sorundur. Örgütsüz mesleklerin başına gelenlerin tümü birer birer ve çok kısa zaman içinde denizcilerce yaşanmıştır. Her denizcinin bunun üzerinde derinlemesine düşünüp, zihnini yorması gerekir. Örneğin hemen şimdi, bu yazıyı okuduktan sonra bir şekilde temas ettiğiniz sizi ilgilendiren bir sivil toplum örgütü ile kurduğunuz bağı sorgulayabilirsiniz. Bu biraz da özeleştiri olacaktır.

Günün sonunda ‘güçlüler değil yardımlaşanlar ve dayanışanlar kazanır’. (Tespit bir doğa belgeselinden alıntıdır.)

Pruvanız netâ olsun!

Yakup Korkmaz

Tuzla - İstanbul

202012140442

yakupkorkmaz.com © denizci’