Ana Sayfa
Özgeçmiş

Penguen Belgeseli - 1

Allah selâmet versin.

Güncel bazı konuları ele aldığım, değerlendirdiğim, sonunu Türk deniz endüstrisine bağladığım çalışmalar olan yazılarım yerine, öykümsü yazı denemelerimden birini aşağıda veriyorum.

Bunu ‘günün mevcut koşullarını göz önüne alarak yaptığımı’ bilen bazı arkadaşlarım hakkımda kötü düşünecekler şimdi. ‘Korkak’ diyecekler, ‘tabansız’ diyecekler, diyecekler de diyecekler.

Hele bir tanesi ‘seni kaç kişinin okuduğunu zannediyorsun, bu iletişim bolluğu arasında senin yazın zerre bile değil, kendini fasulye gibi nimetten mi sayıyorsun‘ diyerek daha da rencide edici konuşacak.

Evet, zerre kadar bile olmasam ‘korkuyorum'.

Yazılarımdan birini bir kişinin tesadüfen de olsa göreceğinden ve bir yerlerde zülfiyare dokunacağından ‘korkuyorum'.

Ne kadar suya sabuna dokunmadan ‘deniz endüstrisi’ desem de, ne kadar ‘accık yalakalıktan bir şey çıkmaz’ deyip takiyye yapsam da ‘korkuyorum'.

Korku bir kez geçirdi yüreğimi eline, sıkıyor; küçük bir cesaret belirtisi bile kalmadı.

Kendimi çekip tülün arkasına, işgâl ordularının İstanbul sokaklarında uygun adım yürüşünü düşünüyorum, yine olmuyor; yenemiyorum korkumu.

Elimde güğümümle Maraş'ta süt satarken namusuma musallat olan Fransız sapığına kurşun sıkıyorum, olmuyor; o o günlerin işiymiş diyorum, kendimi avutuyorum, korkmaya devam ediyorum.

Çanakkale diyorum, İstiklâl Harbi diyorum, günlerce kırmızı aktı Sakarya diyorum; canım şimdi öyle bir şey yok ki, olunca bakarız çaresine cümlesi düşüyor aklıma; olduğum yere siniyorum.

Bu korku üç kuruşluk nasihat kudretimi de aldı elimdem; yanlış anlaşılırım da göz altına mı alınırım yoksa diye ödüm patlıyor kendimi bir şey sanarak.

Korkunun ecele faydası yok, biliyorum, ama yine de korkuyorum.

Ama utanmıyorum.

Gün gelecek, asıl hesabın sahibi defterini eline alacak, şüphesiz ve dosdoğru adaletiyle asıl utanacakların yüzünü kara çıkaracak, biliyorum; çünkü hep öyle oldu.

Pruvanız netâ olsun!

Son Bahar Denemeleri – 1

Yokuş sayılmazdı patika ama yine de derin bir nefes çekme ihtiyacı hissetti, yorulmuştu. Sandalyenin önüne vardığında şöyle bir dikildi, bastonunu sol koluna taktı, sağ elini parkasının cebine soktu, yeniden soluklandı. Ağır bir hastalığın nekâhet dönemindeki biri gibi hissediyordu kendini; hâlsizlik iyice sarmıştı gövdesini, elini kaldırmaya üşenir gibiydi.

“Yaşlanmak bu olsa gerek” diye geçirdi aklından, “yürürken bile tık nefes kalıyorum”.

Dizlerindeki dermanın sonunu bahçe girişinden bu fidana uzanan patikayı geçmek için harcamıştı.

Ayağının altında karınca varmış da onu ezmek istemezmiş gibi küçük açılarla gövdesini bütün olarak yavaşça döndürdü, yüzünü yola çevirdi. Kaldırmadan, tüm tabanıyla toprağı süpürerek birkaç santim geriye çekti ayaklarını, sandalyeye yanaştı; bastonu sağ eline aldı, sol eliyle sandalyenin arkalığını aradı, ulaşamadı; hafif sola dönerek sandalyenin yerinde olduğunu göz ucuyla gördü; bastonun sapını iki eli ile kavradı, yere bastırdı; hazır olduğuna, güç alabileceğine emin olduktan sonra ona dayanarak oturdu.

Gülümsedi: “Buna oturmak denmez ya, resmen attım sandalyeye popomu”.

Ciğerlerindeki havayı yavaşça saldı. Derin bir nefes aldı, yavaş yavaş bıraktı. Rahat bir sandalyede oturmak keyfini yerine getirmişti.

Önce kollarını öne doğru uzattı. Bastonu hâlâ yere basılı, kafasını hafifçe yukarı kaldırdı, karşı tepeye baktı. “Kar var mıdır acaba gözde” diye mırıldandı. “Göz” dediği, kışın bolca akan suyunu yazın sonuna doğru iyice azaltan pınarın kaynağı idi. Etrafı her zaman coşkulu bir yeşillikle örtülü olurdu. Şimdiki gibi baktığı yerden görünmezdi “göz”. Kuzeye bakan yamaçta, yeşillikler de önünü iyice kestiğinden hemen hiç güneş görmezdi pınarın gözü. Bu da karın bazı yıllar nisanın sonuna, hatta mayıs ortalarına kadar gözün etrafında kalmasına yardım ederdi.

Dibinde durduğu tepe güneye baktığından ilk buranın karı erirdi. Karşı tepenin kuzey yamacı ile tam bir zıtlık olurdu kışın sonlarında, bu tarafta her şey yeşerirken karşıda dallar kuru sap gibi dururdu.

Tekrar derin bir nefes çekti, gözlerini yavaşça kapattı, havanın ciğerlerine girişini zihninde canlandırmaya çalıştı. Az daha hava çekti, basıncı biraz daha artırdı ciğerlerine, göğsünün şişmesi dışında bir şey hissetmedi. Kapattığı gibi yavaşça açtı gözlerini, sonsuza odaklı göz bebekleriyle minnetle boşluğua baktı. Saldı soluğunu, gevşetti gergin bedenini, iyice yerleşti sandalyeye.

Yavaşça döndü, bastonu sol eliyle yanındaki küçük fidana dikkatlice yaslamaya çalıştı. Çok narindi dalları fidanın. Baharın gelişine göre biraz geç kalmış, henüz yeni filize durmuş uzantılara dokundurmamaya çalışarak fidanın gövdesine dayadı bastonu. Aynı tempoda sandalyenin arkalığına yaslandı. Sol elini de sağı gibi yandan aşağı sarkıttı. Tekrar derin nefes aldı. Bu kez aklı ciğerlerinden karşı pınarın gözüne kaymıştı. Gözünü pınarın kaynağı etrafındaki yeşilliğe dikti, var olduğunu düşündüğü karı görmeye çalıştı.

Zamanı tam çıkaramadı, olaylara bağlayarak tayin etmeye çalıştı, “evet, evet; üçüncü sınıftaydım” dedi. Hastalığını hatırlamıştı. Çok ağır hasta olduğunu, yirmi yirmi beş gün okula gidemediğini hatırlıyordu. O senenin sonuna doğru, “Pazar”dı herhalde” dedi, “inek otlattığıma göre”. Sevindi birdenbire. Hafızasının hâlâ yerinde oluşu içine küçük bir sevinç düşürmüştü.

Tatlı bir uyku dalgası göz kapaklarını kapattığında hiç karşı koymadı. Başı göğsüne düştü. çok kısa fakat derin bir uydudan sonra gözlerini açtı, anılarına geri döndü.

Yamacın yarısında kıçının altına aldığı bir odun parçasına oturmuş, elindeki cep aynasından karşı yamaca güneş ışığı yansıtmaya çalışıyordu.

Aynayı gurbete giden Ağabeyinin eşyaları arasında bulmuştu hastalığı sırasında. İki gözünün ortasına, burnunun üstüne yerleştirdiği yuvarlak cep aynasında “başka dünyalara gittiğini” hayâl ederdi. Hasta yatağında ya kitap okur ya da bu numarayı yaparak geçirirdi zamanı.

İyileştikten sonra da sürdürdü ayna ile dünyasını farklılaştırma oyununu. Sonra ‘karşı yamaca güneş ışığı yansıtarak karları eritebilir miyim’ sorusu geldi aklına. Yansıyı önce önündeki dallarda görmüş, yavaşça uzaklaştırırken izlemeye çalışmıştı. Ama yansıyan ışık kaybolmuştu. “Yok, bu kadar küçük aynadan yansıyan karşıya gitmez herhalde, düştüğü yer bile görünmüyor ki”.

“Demek ki daha büyük ayna gerekiyor, belki de birkaç büyük ayna” diye aklından geçirirken bu fikrin ilk ortaya çıkışını hatırladı.

“Arşimet, işgalci Romalıların gemilerini büyük aynalarla yaktı” diye okuduğunda burada ayna ile güneş ışığını yansıtma düşmüştü aklına. Kitabın adını hatırlamaya çalıştı, bulamadı. Ama içindekilerin hemen hepsinin özünü hatırlıyordu. Sahrada, binlerce mil uzaktan piramitleri serap etkisiyle ters dönmüş gören adamın yolculuk öykülerinden, hiyeroglif yazısının resim alfabesi olduğuna kadar birçok bilgiyi su gibi içmişti adını hatırlayamadığı kitaptan.

Birden kesildi düşünceleri, “hah” dedi, “tamam”. Düşünürken yavaşça öne eğilen kafasını kaldırdı. Sömestre tatilinde Demir öğretmen “bu bitecek, özeti de çıkacak” diyerek tutuşturmuştu kitabı karne ile birlikte eline. Demek ki bayağı olmuştu ayna işini öğreneli. Yine sevindi. “İyi be, hepten de gitmemişiz” diye düşünürken bakışı durgunlaştı, daldı.

...

“Anam ne zaman getirecek yemeği” diye sordu kendine, “ölüyorum açlıktan”. Hâlbuki Ana”sı sabahtan çıkarken “oğlum sonra acıkırsın, gel şu torbayı al” diyerek eline tutuşturmaya çalışmıştı ağzı büzgülü, ekmek ayran çıkınını. “Yok Ana, iyiyim ben” demiş, fırlamıştı evden. Karnı toktu, Allah ne verdiyse Anası yedirmişti. İçinden yarı hayıflanma, yarı öfkeyle “ama hep böyle yapıyorum, bir daha çıkını almadan gelmem” diye düşündü. Sabah almadığı ekmeğin ve ayran şişesinin hayâli ağzını sulandırdı.

Hep böyle yapıyor, aç kalıyor; evin işini bitiren Ana'sının getireceği ekmeği sabırsızlıkla bekliyordu.

Eğildi, elindeki sopa ile yerde “araba” yolu açmaya başladı. Birkaç metre sonra yolu bir tümseğin hafif eğiminden geri döndürdü. Toprağı biraz daha derin kazarak virajlara özel dönüşler vermek hoşuna gidiyordu. Lastiklerini çıkardı ayağından, birini yolun kenarındaki boşluğa bıraktı, diğerini eline aldı, çakıl aradı etrafında, birkaç küçük taş buldu, doldurdu içine. Eliyle açtığı yoldan ıslığa benzer bir ses çıkarıp ittirmeye başladı pabucunu. “Eve gitmeden yıkayayım bunu, yoksa Anam”ın kızılcık sopası kıçımda patlar” diye geçirirken sopanın incecik sızısını içinde hissetti. “Yahu Anam nerde kaldı be” diyerek etrafına bakındı. “Yok, şimdi gelmez, daha öğlen olmadı ki” diye üzüldü.

...

“Dede, ne güzel olmuş!”

Küçük kız oldukça uzunca bir süre seyretmişti Dede”sini. Dede ayakkabısının içine çakıl doldurmuş, açtığı kanaldan eliyle ittirirken viu viu diye tuhaf sesler çıkarmaya başlamıştı. O zaman Dedesinin kendisine oyun hazırladığını anladı. Oyun hazırlardı ama bazen onu da oynatmakta nazlanırdı. Bu kez peşin koydu tavrını:

“Ben de oynayacağım işte!”

Ama Annesi asla izin vermezdi ki toprakla oynamasına. Dedesi de bilirdi bunu. “Demek ki” dedi içinden “Dedem Anneme kızdı, yerde, toprakta oyun oynatacak bana”.

Bazen gizli entrikalar çevirirlerdi Annesine karşı. Aralarındaki sırrı hiç kimseye söylemezdi, Annesine bile.

Minicik dizlerini büktü, toprağa koydu. Azcık acıtmıştı topaklar dizini ama hiç umursamadı. Çıkardı sağ ayağındaki kuşaklı ayakkabısını, koydu “yola”, hemen Dedesinin ayakkabısının arkasına. “Benimki taksi” diye şakıdı Dedesinin ayakkabısına ve kendi ayakkabısının kırmızısına bakarak. “Seni geçeceğim, yol ver bakalım!”

Adam doğruldu, boş, anlamsız gözlerle küçük kızın yüzüne baktı. Kaşları çatıldı. Gözlerinin etrafındaki kırışıklar daha da belirginleşti. “Kim ki bu kız? Belki de Demir öğretmene gelen misafirin kızıdır.”

Geçen yıl Hikmet öğretmene gelen misafirlerin küçük kızlarına çok gülmüşlerdi. Annesi “Şükran” diye çağırınca kızın “efendim Anneciğim” deyişine katıla katıla gülerlerdi. Misafirler gittikten sonra “efendim” kalmıştı dillerinde; “efendim”. “Yahu “efendim” ne ki?” Birisi sana seslendiğinde “haaa” dersin, “hee” dersin, “ne oldiy” dersin, duyar seni.” “Efendim de ne?” diye aklından geçirirken birden gözleri ışıldadı, ağzı kulaklarına varacak kadar gülümsedi.

“Demek bahçeyi bitirdiniz”

“Yok Dede, Annem hâlâ çapalıyor” diye karşılık verdi Küçük kız.

“Demek sıkıldın, bana kaçtın” diye takıldı, “iyi yaptın benim küçük Ceylanım” dedi Adam.

Kollarını açtı, torununun kendini kollarına atmasını bekledi. Hiç bekletmedi küçük, attı kendini Dedesinin kucağına. Kapattı kollarını Torunun üstüne Adam, burnunu mis kokulu saçlarına gömdü, derin bir nefes çekti.

İrkildi birden. Kendisi yere diz çökmüş, torununu kucaklamıştı. Önünde, yerde, birkaç metre ilerden aşağıya kıvrılarak geriye dönen kanala baktı Torununun arkasından. Ne zaman yapıldığını anımsayamadı. Atılı toprağın yaş renginden yeni eşildiğini anladı. Tekrar bir nefes çekti Torununun saçlarından, sonra kollarını açtı, küçüğün oyuna dönmesine izin verdi. İki yandan destek alarak dizlerini yavaşça doğrulttu. “Gel Ceylanım” diyerek elini uzattı Torununa. Elini yakaladı küçük kız, o da Dedesinin eline asılarak dizlerini doğrulttu, kalktı.

Yavaşça sandalyenin önüne geçti Adam, ilk geldiği zamanki gibi oturmak istedi, küçüğe dayanarak oturmak zorunda kaldı. Koltuk altlarından tuttu, hafifçe havalandırdı, sağ dizine oturttu çocuğu. Torununu belinden kavrarken sol elini bastonuna uzattı, eli boşta kaldı. Baktı, baston dayadığı yerde değil, ilerideki küçük tümseğin üzerinde yatıyordu.

Aniden irkildi, kafasını daha yukarı kaldırdı. Küçüğe belli etmeden yüreğinin atışının yavaşlamasını bekledi.

“Anam çocukluğunu çok rahat hatırlıyordu” diye geçirdi aklından. Anası son bir senesinde Dedesine, Nenesine, Dayılarına seslenmiş, çağırmış, hep onlara bir şeyler anlatmıştı.

Birden ne olduğunu fark etti. Kendisi de çocukluğuna gitmişti. “Gitmek ne demek” diye itiraz etti kendine. “Balıklama daldım be”.

Bir yandan başına geleceğinden korktuğunun geldiğini zannettiğinin yarattığı korku, diğer yandan çocukluğunu yeniden yaşamanın mutluluğu, panikledi. Torununa “Ceylanım Anneni çağırır mısın” diye sordu. Küçük kız zıp diye atladı kucağından “Anneee” diyerek biri pabuçsuz ayaklarıyla seraya doğru koşmaya başladı. “Elektriği tek ayağıyla atacak” gibi absürt bir fikrin aklına nasıl düştüğünü sorgularken buraya gelişlerini hatırlamaya çalıştı.

Filmi yavaş yavaş geri doğru sararak Oğlunun “geldik Baba, ben ekmek alıp döneceğim” dediğini, gelininin önden inip kapısını açtığını, küçüğü kucağına aldıktan sonra kendisine elini uzattığını, yavaşça arabadan dışarı süzüldüğünü sisler arasından çıkarmaya çalıştı. “Nerde” diye iyice panikledi. Yanına gelen gelinine “Annen nerde kızım” diye korkarak sordu. Son zamanlarda bazı tuhaflıkların farkındaydı. Sorduğu bazı soruları çocuklarının biraz şaşkın ama dikkatli cevapladıklarını fark etmişti.

Biliyordu artık ne olduğunu. Belleğindekilerin yavaşça sis perdesi arkasına süzüldüklerini, ortaya çıkmak için nazlandıklarına şahit oluyordu zaman zaman. Gün geçtikçe daha çok anısı sis perdesinin arkasına kaçıyordu.

“Annen nerde kızım” diye korkarak sorarken “Allah”ım lütfen” diye yalvardı içinden. Adamın o an kendine itiraf edemediği, Eşini kaybetmiş de kendisinin bunu unutmuş olabileceği ihtimaliydi. “Lütfen, öyle olmamış olsun”.

Gelin çok dikkatli, kırmadan söylemenin yolunu o an çıkaramamanın tedirginliğiyle “Baba, gelirken Ablama bıraktık ya Annemi” derken yalvarırcasına Adamın gözlerine bakıyordu. Adam özür dilemekten minnet duymaya, binlerce duygu ile dolu gözlerle baktı Gelinine, Gelini de ona.

Geçen sene kaybetmişti Babasını Gelin. “Göçtüğünde belleği bomboştu herhalde” diye düşündü Adam dünürü için. Hep yanında olmak istemişti Arkadaşının. Hele son altı ayı “numaramı yapıyorsun sen lan” diye kaç kez sormuştu da boşluğa bakar gibi bakmıştı Arkadaşı yüzüne. Oysa çocukluklarından beri birbirlerine türlü cambazlıklar yapar, şakalaşırlardı. Son şakasını anımsadı, gözündeki gözlüğü soran arkadaşına “başladı galiba ha” diye takılmıştı. “Unutmak” ile ilgili o kadar çok konuşmuşlar, o kadar çok şakalaşmışlardı ki Arkadaşının uzun zaman şaka yaptığını düşünmüştü.

“Unutmuşum Yavrum” dedi Gelinine. Hafifçe başını sallarken gülümsedi “unutmuşum” diye yineledi. “Yine bir sevinç dalgası doldu yüreğine” Eşini kızının yanına bıraktıklarını, öğleden sonra dönüşte kendilerinin de Kızına gideceklerini anımsadı, açık açık anımsadı.

“Baba bu ayakkabının hali ne böyle Allah aşkına” diye Gelini sorduğunda Torunu çoktan dizine oturmuştu bile. Sarıldılar birbirlerine. Gelin baktı ikisine, gülümsedi, döndü, bahçeye doğru yürümeye başladı. Kocası gelmeden ot ayıklamayı bitirmek, bir an önce Görümcesine gitmek istiyordu. Anlatacak çok şey birikmişti üç gündür. Ne edecek ne yapacak lafı Kayın babasına, anasına getirecek “bak bu yaşta yalnız kalamazlar ya sen al ya ben alayım” diye dayatacaktı. Eh, küçük yaramazın da çok işine gelirdi bu.

Arkadaşının unutkanlığına döndü tekrar düşüncesi Adamın. Gözlerinin dolduğunu hissetti. Damla düşmesin diye gözü acıyıncaya kadar göz kapaklarını kapatmadı. Cebinden hızla çıkardığı mendiliyle yüzünü silerken gözlerini de sildi.

Torununa ayakkabıları ve bastonunu gösterdi, getirmesini söyledi. Küçük kız dizinden süzülerek indi Dedesinin, koşarak gitti, bastonu getirdi.

Açık açık filmi geriye sardı Adam. Evden çıkışlarını ve daha gerilere doğru gitti. Kendini emekliye ayırışından da gerilere, derken hatırlamaya çalışmaktan yoruldu, “yok lan bir şeyin işte” dedi kendine.

Küçük kız bastonu uzatırken gözleri Dedesinin hüzünlü gözlerine kaydı. “Ama Annem kızmadı ki” diye düşündü, ayakkabıların ikisini de aldı, koşarak musluğun başına gitti, “Dede, kamyonu da taksiyi de yıkıyorum” diye incecik sesiyle şakıdığı an demir bahçe kapısı açıldı. Küçük içeri giren Babasını gördü. Elindeki ayakkabıları yere fırlatmasıyla “Babacıııım” diyerek koşmaya başlaması bir oldu.

Sandalyeden yavaşça kalktı adam. Oğluna “kucağına al Oğlum” derken, sandalye bir elinde, bastonu diğerinde musluğa doğru yürüdü, sandalyeyi musluktan az uzağa yere bıraktı. Bastonunu çengel yaparak ayakkabıları yerden aldı, kurnanın yanındaki masaya koydu. Oğlu kucağında Torunu ile serada Eşiyle konuşurken ayakkabıların içlerindeki tozu toprağı silkeledi, köşedeki silgi bezini aldı, güzelce sildi, oturdu sandalyeye, kendisininkini giydi. Torununun tek ayakkabısı elinde içerden Çocuklarının çıkmasını beklemeye başladı. Aklına tekrar Eşi geldi. Evlendikleri günü de hatırlayabildiğini anlayınca mutlu oldu.

Bahçeye girdiğindeki hâlsizlikten eser kalmamıştı. Temiz hava, güneş çok iyi gelmişti. "Yarına Allah Kerim" dedi. Oğlu döndü, gülümsedi Adama. Babasını öyle görmek Oğluna da iyi gelmişti.

Yakup Korkmaz

Tuzla, İstanbul

202005070912

yakupkorkmaz.com © denizci