Ana Sayfa
Özgeçmiş

Düşünce Kırıntıları

Allah selâmet versin.

Bilgilendirme – Açıklama

Bazı yazılarımdan sonra böyle bir açıklama yazmak zorunda kalıyorum. Bilhassa beni tanımayanlar yahut ilk okuyanlar için elzem oluyor. Zihinde önyargı bir kez oturdu mu bir daha sökülemez, oraya yerleşmeden atılsın arzu ediyorum.

“Bu yazılar inançla ilgili değildir. Okuyanların özel ilgisini dini konulara çekecek metinler de değildir. Üstelik okunacakları yer ve koşulları da bilmem mümkün değil. Bu nedenle yazılarımda kutsal sözcükleri olabildiğince kullanmamaya çalışıyorum. Başka bir şeye bağlayıp günahımı almayın, hakkımı yemeyin.

İnançlı bir insanım ama bazıları gibi gerçek tapılacak dışında hiçbir şeye tapmıyorum. Okuyucularımın bir bölümü ile anlaşamadığımız husus budur efendim.”

Pruvanız netâ olsun.

Yakup Korkmaz

201911252336

Tuzla İstanbul

Eğitim – Özel Yeteneklerin Değerlendirilmesi – Eşitlik

Allah selâmet versin.

Eğitimde fırsat eşitliği değil eğitim hakkı eşitliği denilmesi daha uygun olur. Her bebek eşit eğitim hakkına sahip doğar. Tıpkı insan haklarında olduğu gibi. Bu hakkı devlet korur.

Hızlı ve iddialı bir giriş oldu.

Evet, çünkü ivedi çözüm isteyen sorunun gün ışığına çıkışından bu yana telâfisi zor uzun bir zaman geçti.

Ara Öykü

Üç yavru kedi var kapının önünde. İkisi lekesiz siyah, üçüncüsü tekir. Siyahların birisi yapı olarak diğerlerinden ayrılıyor. Porsuk koydum adını. Hayvan hayvana benzetilmez derler de, yüzüne bakınca porsuk düştü zihnime. Bizim buraların en öfkeli hayvanı olduğundan olsa gerek.

Elli elli beş sene önce, belki de altmış, yani fi tarihinden bir zamanlar delikanlılar ormanda yakalamış köye getirmişlerdi, orada görmüştüm porsuğu. Sanki porsuk yakalanmamış, yakalayanları esir almıştı. Ayaklarındaki bağı yok sayıyor, sürekli etrafına saldırıyordu. Yirmi dakika seyrettik seyretmedik, ormana geri götürdüler. Zaptı mümkün değildi.

Uzaktan seyrediyorum bazen yavru kedileri. Anneleri emzirirken önce porsuk ulaşıyor memeye. Diğerleri yetişene kadar o çoktan emmeye başlamış oluyor.

Bazen bir yiyecek veriyoruz. Evde yediğimizden artırıyoruz, temiz bir kapta koyuyoruz önlerine, artık biz ne yediysek. Hoşuna gitmeyen olursa ne âlâ, herkes rahat, çıt yok, sesini çıkarmıyor. Diğer ikisi ucundan kenarından da olsa bir biçimde tatmak isteseler de porsuk zerre yüz vermiyor yiyeceğe. Ama ya sevdikleri bir yemek olursa? İlkel içgüdüsü öyle bir çıkıyor ki ortaya, inanılır gibi değil. Bildiğin hırlıyor, korkutmaya çalışıyor diğer iki kardeşini.

Hırlama bugün bir şey ifade etmiyor diğer iki yavruya, bizi de güldürüyor. Ama yarın? Cüsseleri irileştikçe nasıl bir durum yaratacak bu hırlamalar.

Doğal akışına bırakırsak belli ki iki yavru açlığa namzet. Zorunlu olarak her üçüne ayrı yemek kabı koyacağız.

‘Büyüyünce avlanırlar’ diyen sesinizi duyar gibiyim. Mümkün değil, bu mahalledeki birkaç ağaca yanlışlıkla konan üç beş kuş dışında hiç şansları yok. Yani ömürleri avlanırmış gibi yaparak geçecek.

Eğitimde fırsat eşiltiği deyişini eleştirirken insaflı da olmak isterim. Eğitimde fırsat eşiltiği de bir eşitlik ancak ‘fırsat’ sözcüğü küçücük de olsa olumsuz duygu uyandırıyor bende. Bir şart koşma, şartın karşılanmasıyla verilen imkân gibi değil mi sizce de? Diğer taraftan fırsatı değerlendirmek de sorun, yeteneği olan var olmayan var.

Hakkı koşula bağlayıp fırsat dediğinizde, fırsatı değerlendiremeyenleri değerlendirebilenlerin tahakkümü altında ayrı bir yerde farklı bir konumda bulursunuz. Klâsik, eskiden beri söylenegelen ezenler ve ezilenler edebiyatı böyle doğmadı mı?

Demem o ki, eğitimde fırsat eşitliği ehvenişer, yani kötülerin en az kötü olanı. İyilerin en iyisi de eğitim hakkı eşitliği olabilir diye düşünüyorum. Siz imkânı eşit dağıtın, herhangi bir nedenle kullanamayanların da hakkını kullanmasını sağlayın, işte size eğitim hakkı eşitliği.

Pekâlâ, liyakat ne olacak? Bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu, değimi yani. İş için kifayetli olması, yeterli olup olmadığını ne yapacağız eğitimde hak eşitliği derken?

Eğitim hakkını eşit dağıttığınızda, bebeğin değimine uygun, başarılı olduğu yönlerine göre eğitim cömertçe verildikçe liyakat sorunu kendiliğinden çözülecek gibi geliyor bana.

Elbette en iyisini biliminsanları bilirler?

Bir Ara Öykü Daha

Gazetelerde 14 Ekim 2019 tarihinde şöyle bir haber yer aldı:

“YÖK son dakika olarak duyurdu:

Bu bölümlerde özel yetenek sınavı kaldırıldı!

Edinilen son dakika bilgisine göre, Yükseköğretim Kurulu (YÖK), aralarında Grafik Tasarım ve Spor Bilimleri'nin de yer aldığı 14 yükseköğretim programını, özel yetenek sınavı ile öğrenci alan bölüm kapsamından çıkardı. Bu bölümler, 2020 Yükseköğretim Kurumları Sınavı'nda (YKS) merkezi yerleştirme ile öğrenci alacak.”

Ve bu haberle ilgili olarak ülkede ilginç bir tartışma başladı.

Özel yeteneklerin gözden kaçacağı savını öne sürenler aynı zamanda özel yeteneği olmayanların bu bölümlerde işkence göreceklerini de söylüyorlar.

Bir radyo yayınında son konuşmacı ‘eksik, aksak da olsa böyle bir uygulamanın kalkması yanlış’ dedi.

Ancak tartışmanın zemini de yanlış. Düzenin başlangıcında yanlışlık olduğunda üzerine bina edeceğiniz her şey yanlış olacaktır. Gömleğin düğmelenmesine yanlış ilikten başlanması ile örneklenir böyle olaylar. Bu uygulama bunun güzel bir örneğidir.

Yılların alışkanlıkları aşılmalıdır. Toplumun yaşamını etkileyen her eylem, öznesini yalnız ‘insan’ değil ‘canlı’ yaparak yeniden tasarlanmalı ve uygulanmalıdır.

Geçmiş çağlarda çok da önemi yokmuş gibi hep günümüzde vurgulanan ve sorunların anası olduğu artık herkesçe onaylanan eğitim ve liyakat sorununun çözümü eğitim hakkı eşitliği sağlanarak aşılabilir.

Başlangıcı nasıl mı olmalıdır? İşte bu soru yönetimin (bizde siyasetçilerin) en büyük ve zorlu sınav sorusur.

Pruvanız netâ olsun.

Yakup Korkmaz

201910161318

Tuzla İstanbul

Binde Yedi Ya Da Yüzde Birden Geriye Kalanlar Vatan Haini Midir?

Allah selâmet versin.

Özgürlük savaşı hakkında on binlerce öykü anlatılır. On binlerce öykünün ezici bir çoğunluğu gerçeğin ta kendisidir. Küçük bir kısmı Anadolu’ya özel ortak öyküleştirme yöntemi ile oluşturulan, zeki Anadolu insanının gerçek olaylardan yola çıkarak anlatımına eklediği, olmasına şaşılmayacak hayalî öykülerdir. Böyle öykülerin yarattığı tartışmalar da doğal olarak fazladır. Çünkü anlatıcılar tarafından ağızdan ağıza yayılan, bir bakıma yoktan yaratılmış diyebileceğimiz bu öykülerin mucizevî olaylar aktardığı, bunun da bilime aykırı olduğunu savunanlar, topluma şovenizm aşılayan bu öykülerin zararlı olduklarını bile söylerler.

şovenizm: Kendi ulusunu öne çıkararak değişik ırk ve uluslar arasında düşmanlık yaratmayı amaçlayan ve bu yolda kışkırtmada bulunan aşırı akım. TDK

Tartışma açanlara ilk söylenecek şey şu olur kanısındayım:

Öykülerin mucizevî olduğu iddiası kabûl edilebilir. Ancak özgürlük savaşından geriye doğru gidildikçe Anadolu’da hangi yaşanmışlık mucizevî değildir ki?

Tamam, her öykü anlatıcısının ait olduğu ulusunun kimliğini alır ancak insanlık tarihinde bu bir süreçtir. Zamanla öyküleri sahiplenme daha da genelleşecek, evrensel iyi ve kötü sınıflandırması öykülerdeki ulus kavramının yerini alacak, en azından birbirinin karşısında olanları ikiye indirecektir. Elbette insan için ‘beyaz’ ve ‘siyah’ yanında ‘gri’ de vardır, ama Anadolu öykülerinde her zaman mükemmel hedeflenir. Yani hep ‘iyi’, pür ‘iyi’, saf ve karışıksız ‘iyi’ arzu edilmiştir.

Olabilirliği tartışılsın elbette. Ama bu milletin abdallığı bu milleti daha yüzlerce inanılmaz tuzağa düşürür de yüreğinin çatallığı onu binlerce tuzaktan çekip çıkarır. Ondan sonra da inanılması güç binlerce öykü dolaşır dillerde.

Özetleyeyim; konu hainlik ve kahramanlık değil, milletin kendi yazdığı kaderi, kendine diktiği gömleğidir bu. Kimse hain değil, kimse kahraman da değildir. Millet kahramandır, bütünüyle. Bizler de bize düşen görevleri yapıyor, verilen rolleri bir güzel oynuyoruz. Çok takılmamak lâzım bu hainlik mevzuuna. Yine de verilen her rolü almamak, seçici olmakta fayda vardır. Binde yedinin, iyi ihtimalle yüzde onun içinde yer almak için dikkatli olmak gerekir. Her role atlamak geriye kalan gürûhun içinde bırakabilir insanı.

Pruvanız netâ olsun.

Yakup Korkmaz

201910160913

Tuzla – İstanbul

Her Cümlem Birisinin Tekrarı Olacak

Allah selâmet versin.

Kime sorsam, kime yaz desem, ‘ne güzel anlatıyorsun, minnacık bir kuşun dikene takılı tüyü gibi gönlüme dokundu da bir güzel oldu, kâğıda döksen ya bunları, başka gönüllere de bir küçük dokunsan’ desem karşılığında hep ‘yok yahu, yüz binlerce kitapta milyarca sözcüklü cümleler kurulmuş, her yazdığım birisinin tekrarı olur da hakkı geçer’ diyorsun.

‘Yok ya hu! Geziyorsun, bakıyorsun, seyrediyorsun; Onlarca yıldır milyonlarca yüz geçti gözünün önünden. Sana tıpkısının aynısı benzeyenini gördün mü? Hayır!’

‘Senin her sözcük dizişin, her sözün yegâne olacak bu evrende, tıpkı sen gibi. Parmak izin gibi, nurlu yüzün gibi, yalnız sana ait yapıtaşın gibi. Yaratan’ın sendeki parçası gibi.’

‘İz bırak ki âlemde ölümsüzdür desinler. İz bırak ki âlemde gönlünü izlesinler. İz bırak ki âlemde Yaratan’a şükrünün izlerini görsünler.’ ‘Gittiğin son âlemden bu âleme her baktığında ruhun şâd olsun, mutluluk dolsun, yerin cennet, gönlünde görevini tam yapmışların rahatlığı olsun.’

Bir de ben beğenmeyeceğim diye yazmayacak mısın? Bundan Yaratan’a sığınırım.

Pruvanız netâ olsun.

Yakup Korkmaz

201910160845

Tuzla – İstanbul

Ben Ekmeğime Bakarım Abi

Allah selâmet versin.

Ben ekmeğime bakarım abi sözcüklerine oldum olası takılmışımdır. Yani ekmeği bol roller daha revaçta mıdır? E, o zaman ‘özgür kurt, tutsak köpek’ hikâyesini ne yapacağız. Yok ‘boynundaki tasma izine baksaymışım da’, yok ‘karnım aç ama özgürüm’ diyesiymişim de. Ne diye soktular beynimize bunları madem ekmeğimize bakacaktık?

Gemicilik yaşamım boyunca gittiğimiz her limanda o ülkenin insanlarını anlamaya çalışmışımdır.

Biz gemiciler limanda bazı mekânları içgüdülerimizle buluruz. Bu yüzden çoğunlukla içgüdülerimin yönlendirdiği yerlere değil, halkın arasına karışmak ilk tercihim olmuştur. Hele bir de benim kafamda bir arkadaşla çıktıysam daha bir rahat olur ters yöne adım atmak. Bir kez karışırsanız halkın arasına ilginiz hep onların üzerinde olacağından, bir de amacınız zaten küçük bir araştırma ise hiç zorlanmadan o ülke halkından bazıları ile dostluklar da kurarsınız. İnsan hep insandır.

İnsan hep insandır diye düşünürüm de bazen sizin kültürünüze ait duyguların varlığını görmek de ister insan. Meselâ ben de hep ‘ülke’, ‘vatan’, ‘millet’, ‘özgürlük’, ‘bağımsızlık’ gibi kavramların varlığını, varsa etkisini ister istemez mercek altına almışımdır. Örneğin Pazar sabahı kilisede ilahi söyleyen insanların yüzündeki ifade ile bizim Anadolu’nun herhangi bir yerindeki nur yüzlü ninelerin ya da dedelerin yüzlerinde ifadenin aynı olduğunu söylediğimde, birlikte açık dükkân aradığımız Hacı Ağabey ‘kâfir misin oğlum sen’ dediydi Brezilya’nın Vitorya’sında. Demem o ki, ‘duygular ortaktır insanlarda’ diye bilirdim bazı ülkelerin insanlarında ‘ülke’, ‘vatan’, ‘millet’, ‘özgürlük’, ‘bağımsızlık’ gibi kavramların ya hiç olmadığını ya da varsa bile çok silik olduğunu fark edene kadar.

Şimdi elbette adlarını saymayacağım bu ülkeleri ama şu tespit ipucu olabilir:

Uzun yıllar başka milletlerin esaretinde kalan, diğer deyişle ‘sömürge’ olan ülkelerin insanlarının çoğunluğunda bizdeki gibi duygular yoktur. Öyle ki, öyle ülkelerden birisinde kiraladığımız arabanın şoföründen böyle şeyler duyunca yadırgamıştım.

Bunun tersini de gördüm:

Bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkelerin bazılarında bazı insanlar şovenizmin sınırlarını zorlarlar.

Şimdi bu anlattıklarımın ‘ben ekmeğime bakarım abi’ başlığı ile ilgisini şu tespitle kuruyorum:

Ekmeğini fazla öne çıkaranların, yalnız midesini dinleyenlerin vatan, millet, özgürlük ve benzeri kavramlarla öyle çok fazla işi olmuyor. Yani insan bir kez ‘ekmek ile benliğini takasa girerse yalnız kendisini değil toplumunu da yitiriyor’.

Ekmek elbette çok önemli. Hemen her inançta ekmek kutsaldır, tapılası nimettir de belimizden aşağıda bir yerde görürsek üç kez öpüp başımıza koyduktan sonra yüksekçe bir yere kaldırırız. Tümüyle içgüdüsel bir davranış biçimidir bu. Hayatî öneme sahip her şey için geçerlidir. Ama her duygumuzu olduğu gibi bu duygumuzu da alet edebileceklerini unutmamak iyi olur. Bakarsınız bir gün biz dikkatimizi ekmeğimize vermişken boynumuza tasma geçiriverirler.

Pruvanız netâ olsun.

Yakup Korkmaz

201911022255

Tuzla – İstanbul

Bitişte İpi Biz Göğüsleyeceğiz

Allah selâmet versin.

Herkes dört kardeşin intiharını konuşuyor. İstisnasız tüm konuşulanların konuşanların üzüntüsünün ifadesi olduğunu düşünüyorum. Her konuşan konuşmasının sonunda bir öneride bulunuyor. Böyle felâketlerin önüne geçmek için yapılması gerekenlerden söz ediyor. Hiç önerisi yokmuş gibi görünenler ise her bir konuşmanın bütünü içinde neden ve sonuç bağıyla bir öneri getirmiş oluyor.

Deli gibi gazete yazıları ve radyo konuşmaları arasında gidip geliyorum bütün gece. Ancak hiçbir yazı, konuşma ve öneri beni ikna etmiyor. Her konuşanın bir parça haklı olduğunu görüyorum. İleri sürülen nedenlerin ve çözüm önerilerinin doğru olduğuna kani oluyorum. Fakat havsalam olayı bir türlü kavrayamıyor ki çözüm önerilerini anlayayım.

Yine hem radyo dinleyip hem de direksiyon sallarken ne kadar yapılabilirse, Kızılcık’tan dönüş seferinde, iki buçuk saatlik yolculuk süresince kafam bunlarla meşgûldü. Ta ki bir sohbetin içine düşene kadar.

Sohbetin seyrinden en çok üç kişinin konuştuğunu düşündüğüm bir toplulukta öyle ‘ben dersem doğrusunu derim’ havasına girmeden ‘yahu sen beni hiç dinlemiyor musun, bak ne diyorum’ ile karşısındakini azarlamadan, sakin ve insana sükûnet telkin eden bir sesle kendi aralarında konuyu ele almış enine boyuna irdeliyorlardı. Neresinden olduğunu bilmiyorum ama belli ki başından değil, bir yerinden kulağımla ortak oldum sohbetlerine. Şu FM denen radyo dalgasının azizliğine uğrayana kadar, ben değil radyom sohbetten çıkana kadar dinledim konuşulanları. Dinlediklerim bana yetti.

Sohbette ilk yakaladığım sözü, konuşmacılardan birinin kapitalizmin ülkede tam hakimiyeti cümle parçacığını duyduğumda ‘farklı bir konu galiba, yanıldım’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ama devamında ‘evet, neden budur’ dedim.

‘Seksen sonrası kapitalizmin ülkemizde tam uygulanmaya başlandığı’ dediler.

‘Kapitalizm insanlara bir şeyler verir, ama karşılığını da mutlaka fazlasıyla alır’ dediler.

‘İnsan kendini bu sisteme öyle kaptırır ki, sistemden çıkarsa çok şey yitireceğini zanneder’ dediler.

‘Kapitalizm tam bir mutsuzluk kaynağıdır, çünkü toplumu değil kapital sahibini esas alır’ dediler.

‘Hani bu dinin temeli salât idi, üç kuruşa muhtaç insanların sorununu çözemeyen din mi olur’ dediler. Sohbete dalmış giderken birden irkildim. ‘Dinsiz mi bunlar’ diye bir soru geçti aklımdan, ‘dinden başka ne konuşabilirdik ki zaten, yine getirdiler punduna, konuş babam konuş’ diye düşünürken yanıldığımı anladım. Aklı başında insanlar konuyu sosyal yaşamı etkileyenlere benzer bir başlıkla ele almış, konuşuyorlardı.

Sohbetin burasında çimento fabrikasını bordalamıştım. Hereke’nin yaslandığı tepe yaptı yapacağını, sohbet gitti, radyoma hışırtı doldu. Kapattım.

Tavşancıl yokuşuna vurmadan sağdaki boşluğa çektim, dörtlüleri yaktım ve düşünmeye başladım. Gerçekten bu kapitalizm denen şey hayatımızın hepsini de almış mıydı?

Oysa sorunun cevabının içinde oturuyordum.

Yapayalnızdım, kendi başıma kalmıştım vızır vızır geçen arabalar arasında. Her biri kim bilir hangi derdine düşmüş, şöyle bir göz ucuyla bakıp geçip gidiyorlardı içindeki insanlar.

Cevabın içinde oturmak?

Hayır, ben cevabın değil sonucun içinde oturuyordum. Haydi, adil davranayım, ara sonuç diyeyim.

Bitişte ipi biz göğüsleyeceğiz!

(Bu metin burada sona eriyor. Buradan aşağısını gözden geçirirken ‘kendi yazıma yorum yazmışım’ gibi bir duygu uyandırdı bende. Ama önceki ile bir bütünlük de var, öyle değil mi?)

Neden Böyle Oluyor?

Komşusu açken tok yatıyorsa toplumda varlıklılar, bu bir sonuçtur.

Kapitalizm ne ki, bu mesele asırlardan beri tartışılır durur, belki de insanlığın dikeldiği günden bu yana aynı dertten muzdaribiz. Kapitalizm dünkü çocuk eski şeytanların yanında. Fuzûlî selâm verdim, rüşvet değildir diye almadılar diyeli altı asır geçti, o zaman da mı kapitalizm denen şey vardı?

Vardı elbette de adı başka bir şey idi. İyilerin kötülerle mücadelesinde iyi hep iyi olarak anılır, kötü sürekli kisve değiştirir. Çünkü kaybetmeye mahkûmdur bu mücadeleyi. Bir oraya siner bir buraya, kahpece mücadele onun genetiğindendir, aynen günümüzdeki temsilcileri gibi.

Namusluların namussuzlara karşı toplumu ayakta tutan değerleri yitirmemek için verdikleri mücadelenin tarihi insanlığınki ile aynıdır. Hatta, Yüce Güç böyle aksaklıkları gidermekte insanlığa yardım için binlerle ifade edilen yardımcı elçiler göndermedi mi? Kaç yıl öncesi tarihtir Adem’in elçi oluşu? Daha dünyaya adımını atar atmaz başlamadı mı mücadele? Dinlerin tarihi insanlıkla başlamıyor mu? Lütfen yahu, düşene bir tekme de sen vuracaksın tavsiyesini kim ne zaman verdi? Devletin malı deniz, yemeyen domuz ilk kim dedi?

Biz mücadelede cepheyi biraz gevşetmiş görünüyoruz. Sonucu da felâket oluyor. Biri yiyip diğeri bakıyor, kıyamet kopuyor.

Muhtacın ihtiyacını karşılamazsam yediğimin helâli haramı mı olur? Toptan bereketini yitiriyor kazancım, helâlimi harama eviriyorum.

Üretiyorum, üretim nedenini unutmuş görünüyorum. Kutsal ticâreti bile acımak yoktur ilkesiyle yapıyorum.

Adam çalıyor hele biraz bekleyelim bakalım ne olacak diyorum, bir bakıma adamı İlahî adalete bırakıyorum. İyi de benim görevim ne oluyor o zaman yeryüzünde. Ot diye yarataydı ya Yüce Güç beni!

Keşke toprak olsaydım dileğinden korusun Yaratan.

İnkârcı mıyım? Dilim inkâr etmiyor, yüreğim sonsuz inançla dolu, ama, heyhat her yaptığım inkâr çukurunda yer buluyor, eyvah! Ondan sonra da ‘neden böyle oluyor’ diye soruyorum.

Yeniden, yüreğimdeki inancımla ve yine insanlığımla, mücadeleyi yeniden başlatmaktan başka çare yok. İş başa düşmüştür efendim, artık kutsal metin dışında uyaracak elçi de yok!

Pruvanız netâ olsun.

Yakup Korkmaz

201911090709

Tuzla – İstanbul

yakupkorkmaz.com © denizci